Kelam

Taassup ve İrtica – M. İlyas BOZKURT

M. İlyas BOZKURT
Revizyon Hareketi Genel Başkanı

Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Mübin’de “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (1) “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı? (onların yoluna uyacaklar)” (2) buyurmaktadır.

Evet, Kur’ân’ın ve İslâm’ın iki büyük düşmanı vardır: Biri küfür ve dalalet, diğeri taassup ve yobazlıktır. Taassup kişinin nedenini, nasılını, niçinini bilmeden; bir şeye, bir fikre, bir inanca körü körüne bağlanması demektir.

Bu bazen takım fanatizmi, bazen partizanlık, bazen cemaat taassubu olarak ortaya çıktığı gibi, bazen de şoven bir milliyetçilik olarak tezahür edebilir.

Bazen külli bir fikir ve düşüncedir; bazen de cüzi ve lokal bir kabuldür taassup. Kendi partisinin, cemaatinin ya da aşiretinin doğrularını, adet, gelenek ve göreneklerini, ön yargılarını, batıl inançlarını kesin doğru olarak kabul edip, her şeyi ona göre sınıflandırır. Çünkü taassup bir evveliyattır. (3/Haşiye)

Taassubun oluşabilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır: Biri batıl inançlar, diğeri de bunlara körü körüne inanan, sıkı sıkıya bağlanan ve bunlar için canhıraş mücadele eden cahil ve dengesiz insan. Bu iki tehlikeli unsurun bir araya gelmesi, ateşle barutun bir araya gelmesi gibidir.

Taassup sahibine mutaassıp ya da tutucu denir. Ancak tutuculuğu hayat felsefesi haline getirip tüm hayatına hâkim kılana da yobaz denir.
Taassup önyargıdan kaynaklanır. İnsan doğduğu coğrafyada, içinde yetiştiği kültürde kendisine verilen ilk bilgileri kesin doğru olarak kabul edip hayatının geri kalan kısmında bunlara kıyas eder. İlk öğrendiği yanlışsa, sonraki yıllarda karşısına çıkan doğruyu reddeder. Evet, taassubun çekirdeğinde önyargı vardır. Nitekim âyet-i kerimede “Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan önyargılı (taassup sahibi) insanlardır.” (4) buyrulmaktadır.

Bu tip insanlar çoğaldıkça ve sosyal hayata yön verir sayıya ya da mevkiye yükseldikçe, her türlü yeniliğe ve gelişmeye karşı çıkan bir mekanizma gibi çalışır. Bu sosyal mekanizmaya irticai hareket, bunun mensuplarına mürteci, bu hareketin neticesine de irtica denir.

Taassubun en tehlikelisi, yanlış bilgi ve inancın din olarak öğretilmesidir. Mutaassıp kişi, körü körüne bağlandığı şeyin bir de din olduğuna, Allah’ın (cc) emri olduğuna inanıyorsa; ucunda ölüm olsa o yanlıştan dönmez; bunu da cihat olarak kabul eder. Mesela sırtını dikenli sopayla döverek kanatmayı ibadet sanan bir adam, kendisini bundan vazgeçirmek isteyen zatı şeytan telakki eder.

Hem mesela mezarda yatan ölü bir zatın rızıkları bollaştıracağına, hastalıkları iyileştireceğine inanan, mezarlara çaput bağlayan, mum yakan, hâsılı ölüden medet uman bir adam, bunu dinin aslından zannederek bir inanç haline getirmişse ve bu inanca körü kürüne ve sıkı sıkıya inanarak bel bağlamışsa, bu hatayı düzeltmek isteyen bir hocaefendinin telkin ve sohbetinden o hocaefendinin dinsiz ya da din düşmanı olduğu hükmünü çıkarır. Bu yüzden Kur’ân şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah’ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!” (5)

Yaşanan din gerçek İslâmsa, Kur’ân’ın ve sünnetin bize aktardığı Kur’ân İslâmı (Hanif İslâmı) ise, din iki cihanda mutluluk ve huzurdur. Ancak din Allah’ın gönderdiği saf din değil de, hurafelerle, batıl inançlarla tahrif olmuş inançlar topluluğu ise, o zaman din afyondur. İnsanları dünyada da ahirette de rezil ve perişan eder.

Taassup iki sebepten kaynaklanır:

Birincisi; dünya-ahiret dengesinin kurulamamasıdır.

Kişinin dünyayı bırakıp vaktini tamamen uhrevi konulara ayırması ve dünya-ahiret dengesinin kurulamamasından kaynaklanır.
Mesela İsrailoğulları Hz Mûsa’dan sonra giderek dünyevileştiler. Dünyayı hayatın gayesi yapıp ahireti terk ettiler.

İsrailoğulları içerisinden zuhur eden Hz. Îsa (as) ve etrafındaki havarileri ise, İsrailoğullarının bu ifrat derecesindeki hal ve tavırlarına tepki şeklinde takvaya, maneviyata ve manevi değerlere azami derecede önem vermişlerdir. Ancak, Hıristiyanlık dini ilerleyen yüzyıllarda gittikçe aslından ayrıldı, tahrif oldu, karanlığa ve “dâllin” ifadesindeki gölgeye mahkûm oldu. Ve en nihayetinde Hıristiyanlar, Yahudilerin tam aksine, dünyayı tamamen terk ettiler. Ve ruhanileri kiliselerde, çilehanelerde kendilerini inzivaya çektiler. Papazlar Hz. Îsa’ya benzeyeceğiz diye evlenmedi; rahibeler Hz. Îsa gelecek diye evlenmemeyi tercih etti. Ruhani bir hayata atıldılar. Dünya hayatından sıyrılıp çıktılar. Böylelikle kiliselerde, çilehanelerde, mağaralarda ve hiç kimsenin olmadığı dağlık ve ormanlık yerlerde yâni gölgelerde inziva hayatı yaşadılar. Ve Kur’ân onlara “dâllin” sıfatını layık gördü.

İşte Kur’ân, Fatiha sûre-i celîlesinde, daha ilk surede, daha Kur’ân-ı Kerim’in kapısından girerken Fatiha kapısının üzerinde insanlara, “ne Yahudiler gibi ahireti terk edip dünyaya saplanın, ne de Hıristiyanlar gibi dünyayı terk edip ahiret için ruhanileşin. Sırat-ı müstakim olan orta yolu tutun.” O orta yol ki; “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışma yoludur” demek sureti ile Müslümanlara bu meselenin ehemmiyetini şiddetle beyan eder.

Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sav) de “Fatiha okumayanın namazı kabul olmaz.” (6) buyurarak, fatihayı her bir rekatta okumayı vacip kılmak sureti ile İslâm’ın temelini oluşturan bu hakikati, adeta fert bazında şahıslara ve İslâm toplumuna günde kırk defa hatırlatmak sureti ile bu hakikatin altını defaatle çizer.

Yahudilik dininde insanın dünyası da ahireti de, cenneti de cehennemi de dünyadadır görüşü hâkimdir. Bu yüzden Yahudiler dünya hayatını ve dünyevi işleri hayatlarının merkezlerine yerleştirmişlerdir.

Hıristiyanlık dininde ise, dünya ahirete giden yol üzerinde bir engel, bir duvardır. Bu yüzden Hıristiyanlıkta cennete gitmenin yolu, bu engele, bu duvara takılmadan etrafından dolaşarak ahiret yoluna devam etmektir. Bundan dolayıdır ki dünyada mutlu olan ahirette mutlu olamaz. Dünyada gülen ahirette gülemez. Dünyada rahat eden ahirette rahat etmez. Bir Hıristiyan için dünya nimetleri ve lezzetleri tamamen şeytanın oyuncaklarıdır, insanı ahiret yolundan alıkoyan engeller ve duvarlardır. Bu batıl görüşten dolayı Hıristiyanlık dini, terk-i dünya prensibini esas almıştır.

İslâm dini ise dünyayı sırat köprüsü olarak kabul eder. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ekilenler orada netice verecektir. Bu sebepten dolayı İslâm dininde, bir yandan dünya hayatı ve dünya hayatına ait unsurlara son derece önem verilmiş, Hıristiyanlar gibi terk-i dünya prensibi yerine temlik-ü dünya prensibi esas alınmış; öte yandan dünyanın ahiretin tarlası olduğu ve dünya hayatının ebedi hayatın kısa bir mukaddimesi olduğu hakikati dikkat-i nazara alınarak, dünya hayatı hayatın merkezi ve gayesi kılınmamıştır.

Gerçek bir Müslüman, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete hazırlık yapar ve dünyanın ahiretin tarlası olması cihetiyle, dünya ve ahireti farklı farklı şeyler gibi telakki etmez. O bilir ki; ahiret, dünya hayatının bir devamıdır. Dünya hayatı da ahiretin bir mukaddimesidir.

İkinci sebep ise cahilliktir.

Bir toplumda cehalet arttıkça taassup da artar. Çünkü ilim, insanın yaptığı, düşündüğü, inandığı şeyleri sorgulamasını ve neden, niçin, nasılları ile öğrenip inanmasını gerektirir.

Bir toplumun eğitim seviyesi ve özellikle dini bilgi seviyesi arttıkça taassup ve irtica zayıflar.

İrticanın önünü almanın yolu, din derslerini kaldırmak değildir; tam tersine doğru ve gerçek dini insanlara ehilleri tarafından öğretmektir.
Bir toplumda gerçek dini ilimlerle teçhiz olmuş âlimlerin, muallimlerin, eğitmen ve öğretmenlerin sayısı arttıkça, insanların dini bilgi seviyesi artacak; bu seviye arttıkça da batıl inançlar, hurafe ve taassup bataklığı kuruyacaktır.

Hâlbuki, bir toplumda, gerçek ve doğru İslâmi ilimleri öğreten ilim adamları yetiştiren müesseseler kapatılırsa, ortaya sahte şeyhler, mürşitler, ilim adamları türeyecek ve insanlar bunları âlim zannederek peşinden gidecektir. İşte o zaman irticanın önü açılacak, her türlü taassup ve batıl inanç toplumda hastalık gibi yayılacaktır. Böyle bir toplumda gelişmeden, değişmeden ve ilerlemeden bahsedilemez; çünkü her türlü yeniliğe ve ilerlemeye karşı muhalefet eden bir sosyal yapı oluşmuştur. Osmanlı gibi bir imparatorluğun çöküşünün ana sebeplerinden birisi de budur.
Gerçek Müslüman tutucu, bağnaz olamaz. Çünkü İslâm akla, mantığa, bilime, gelişme ve değişmeye son derece açık bir dindir. Tutuculuk, cehaletten ve dini dengeli yaşayamamaktan kaynaklanır.

Kur’ân-ı Kerim, her türlü ilmi, hiçbirisini diğerinden ayırmadan, beşikten mezara kadar öğrenmeyi, kadın-erkek bütün ümmet-i Muhammet’e şiddetle tavsiye etmiştir.

Kur’ân ilme çok önem verir. Çünkü insan kâinatı, tabiatı, insan bedenini, ruhu öğrendikçe Allah’ı (cc) tanır; ilimde yükseldikçe Allah’a (cc) yaklaşır; cehalette derinleştikçe Allah’tan (cc) uzaklaşır.

Bu yüzden ayetlerde “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (7) “Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (8)…buyrulmuş ve “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla) korkar.” (9) ifadesi ile tekit edilmiştir.

Bu cihetle ilk Müslümanlar, ilim öğrenmeyi farz telakki edip, ilim öğrenme yolunda her bir gayreti, ilim yolunda yapılan hicreti, ilim yolunda yapılan yolculuğu, ilim yolunda harcanan parayı, tamamen Allah yolunda mücadele telakki etmiş; ister beşerî, ister tabiî, ister ilahi kaynaklı olsun, ilim öğrenmenin ibadet olduğu bilinci içerisinde ilme sahip çıkmışlardır.

İslâm’ın en büyük düşmanı cehalettir. Cehalet öyle bir hastalıktır ki, itikatta ayrı, ibadette ayrı, muamelatta ayrı yaralar açar. Şöyle ki:

Cahillik itikadi alanda olsa şirki netice verir.

Mesela mezarlara çaput bağlamak, mum yakmak, ölülerden medet ummak, büyünün, sihrin sınırsız hâkimiyetine, meleklerin kız olduğuna inanmak; yâni İslâm itikadında olmayan, dışardan dâhil edilmiş bidatlara, inanmak şirke mümtaz örneklerdir. İşte bu ve benzeri birçok görüş, batıl inanç ve yanlış fikir, ilim eksikliğinden ve cehaletten kaynaklanmaktadır.

Cahillik ibadet alanında olsa dalalettir.
Mesela Resullah’ın (sav) namaz kılışı, oruç tutması, zekâtı, haccı, farzları, nafileleri, evrad-u ezkârı, zikir yapış şekli bellidir. Resullah’ın bize aktarmadığı bir kısım ibadet şekilleri olan zikir çekerken şiş batırmak, yanan ateş üzerinde gezmek, sırtını zincirle dövmek vesaire tavırların dayandırıldığı bir kaynak yoktur, bunlar birer hurafeden ibarettir.

Cahillik muamelat alanında ise hurafe, batıl inanış veya safsatadır.
Mesela “iki akçe bir avuçta bulunmaz”; “bir günlük yiyeceği bulunduğu halde ikinci günü düşünen, bizden değildir”; “mümin için bir hırka, bir lokma kâfidir”; “dünyada mutlu olan, ahirette mutlu olamaz”; “iki mutluluk bir arada olmaz, o yüzden ahirette mutlu olmak isteyen Müslüman dünyada mutsuz olmalıdır”; “Müslüman dünyaya eğlenmeye, zengin olmaya, yaşamaya değil, eziyet çekmeye gelmiştir” tarzı, İslâmla hiçbir alakası olmayan batıl görüşler ve bunun gibi binlerce hurafe ve yanlış inanış, İslâm’ın özündenmiş gibi idrak edilmiş ve geleneksel İslâm’ın içerisinde, bırakın fikir olarak kalmayı, müesseseleşmiş ve maalesef, Âlem-i İslâm’ın bilime, fenne, teknolojiye, kültüre, sanata, spora, ticarete ve dünyevi her türlü gelişmeye karşı zayıf kalmasına sebebiyet vermiştir.

Taassubun oluşabilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır: Biri biraz evvel zikrettiğimiz batıl inançlar, diğeri de bunlara körü körüne inanan, sıkı sıkıya bağlanan ve bunlar için canhıraş mücadele eden cahil ve dengesiz insan. Bu iki tehlikeli unsurun bir araya gelmesi, ateşle barutun bir araya gelmesi gibidir.

Elhâsıl:

Kur’ân’ın ve İslâm’ın iki büyük düşmanı vardır: Biri küfür ve dalalet, diğeri taassup ve yobazlıktır. İslâm dini iki yanı uçurum olan bir yola benzer. Sol tarafından yoldan çıkan küfre, sağ tarafından yoldan çıkan taassup ve yobazlığa yuvarlanır. Doğru olan yol; Allah (cc) ve Resulünün çizdiği, Hak yol olan Hanif İslâm’dır. Bu yolda istikamet ve istikrarla yürüyebilmenin sigortası, Allah’ın (cc) dinini ve kitabını hakkıyla bilmek ve yaşamaktır.

Cenâb-ı Hak umum ümmet-i Muhammet’i bu hakikate vasıl eylesin. Âmin…

Dipnotlar:
1) Fetih Sûresi 48/26
2) Bakara Sûresi 2/170
3) Hâşiye: Evveliyat: İnsanın hayatta öğrendiği ilk bilgilere evveliyat denir. Daha sonra öğrendiği bilgileri buna kıyas eder, eğer uyuyorsa doğru, uymuyorsa yanlış olarak tanımlar.
4) Enfâl Sûresi 8/22
5) Fâtır Sûresi 35/5
6) Müslim, 394; Tirmizî, Mevakit, 69,115,116; İbn-i Mâce, İkâme, II; Darimî, Salât, 36
7) Zümer Sûresi 39/9
8) Zümer Sûresi 39/9
9) Fâtır Sûresi 35/28

 

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün