Makaleler
15 TEMMUZ SONRASI DİN DEVLET TOPLUM İLİŞKİLERİ – Prof. Dr. Mehmet EVKURAN
Her Zorlukta bir Kolaylık… Her Kötülükte bir Hayır Vardır…
Büyük kötülükler büyük iyilikleri doğurur. 15 Temmuz 2016 tarihi uzun zamandır kendini geleceğe hazırlamış olan bir hareketin yeryüzündeki en kutsal değerlere açıkça saldırma hezeyanına sahne olmuştur. Darbe kaosu yaratarak devleti ele geçirmeyi amaçlayan FETÖ/PDY, hem devlet hem de millet tarafından gösterilen tepkiyle etkisiz hale getirilmiştir. İyilik ile kötülüğün, ihanet ile sadakatin aynı sahnede boy gösterdiği 15 Temmuz, bilincimizde sadece bir tarih olarak değil, temel değerlerimizi yeniden hatırladığımız bir simge olarak, geleceğimizi de aydınlatacaktır.
15 Temmuz bizi, toplumumuzun temel kodlarını yeniden gözden geçirme ve yeniden yapılanma zorunluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. Sorgulama görevi öncelikle ülkemiz entellektüelleri, aydınları ve düşünürlerine düşmektedir. Bu kadar da değil; bu ülkenin geleceği konusunda duyarlı her vatandaşın bilgisi ve vizyonu yettiğince bu sürece dâhil olması beklenmektedir. Aslında basit bir gözlem yaptığımızda vatandaşların her birinin olup bitenler konusunda görüş ve söz sahibi olduğunu görmekteyiz. TV ekranlarında konuşan uzmanların usturuplu sözlerle yaptığı çözümlemeleri, daha basit ve yalın bir söylemle sıradan vatandaşlarımızın zaten yaptığını söyleyebiliriz. Bu yönüyle milletimizin “politik bir hassasiyet” taşıdığının altı çizilmelidir. Bu özünde iyi bir şeydir. Ülke sorunlarına yakından ilgi duyan bir millet modeline sahip olmak elimizde hazır duran bir kazanımdır.
15 Temmuz’un bize söylediği şey en genel anlamda siyaset ve toplum teorilerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğidir. Aydının ve entellektüelin görevi, tam da bu dönemlerde toplumun önünü açacak düşünceler ortaya koymasıdır. Ancak aydınlar nedense millet kadar esnek ve gerçeği görmeye açık görünmemektedirler. Onlar daha çok kendi gündemleriyle meşguldür ve zihinlerinde kurdukları teorilerin doğrulanmasını arzu ediyorlar. Olaylara dair yorumları da bu arzu doğrultusunda gelişiyor. Zihinlerindeki çatışma ve problemlerin, toplumsal hayatta olmadığını görmekten rahatsız oluyorlar. Ülkemizdeki sorunların çözümlenmesinin önündeki engellerden birini de aydınların kendi toplumlarına bu tarz “yamuk bakma”sı oluşturuyor. Belki de aydınların yeterince ciddiye alınmaması, o kadar da ciddiye alınmamalıdır. Aydınların rolünün eleştirel anlamda ele alınmasının nedeni, onların söylem üretecek ve gerçekliğe gözümüzü açacak güce sahip olmalarıdır. Eğer doğru sonuçlar çıkaramıyorsa, bir toplumun neleri nasıl yaşadığı önemli olmaktan çıkmaktadır. Ve bunu yapacak kişi de, toplumuna dürüstçe doğruları söyleyecek olan aydın ve entellektüeldir.
15 Temmuz Anlatıları: Gerçek, Söyleme Galebe Çalar…
Geleceği inşa etmek, geçmişi anlamak ve onu arkaya almakla mümkündür. Sağlıklı toplumlar, geçmiş ile gelecek arasında anlamlı bağlantılar kurarak bir kimlik oluşturmayı başaranlardır. Geçmişi aşağılayıp ve inkâr ederek bir gelecek arayışının içine giren toplumlar, bu radikal reddedişin bedelini her nesilde farklı krizlerle ödemek durumunda kalmışlardır. Tarihin bu aşamasında yaşadıklarımızın ortaya koyduğu gerçeklerden biri de, ”düşünme adabı”nın bazı temel ve zorunlu ilkeleridir. Bunların başında yenilenme ile kimliği koruma arasındaki hassas dengenin daima korunması zorunluluğu yer almaktadır. Kendi tarihini anlamak, bunu yaparken de eleştirel düşünceyi titizlikle uygulamak gerekir.
Bu iş, söylem geliştirmekle yapılır. Söylem, bir toplumun tarihinde yaşanmış büyük ve anlamlı olayları geçmiş-gelecek kurgusu içinde ve ortak değerlere vurgu yaparak dile getirir. Söylem, inançla birleştiğinde bizzat inancın yerini almaktadır. Kesin inançlı ve dogmatik bireylerin/toplulukların gerçeklikten uzak biçimde “kendi dünyalarında” (Kur’ân’da bu durum, ‘her grup/fırka’ kendi sahip olduğuyla mutludur.’ şeklinde anlatılmaktadır.) yaşamaktadırlar. Bir kez kendi dünyasına yani dogmasına kapanan zihinlerin, çevresindeki diğer zihinlerle ilişkisi sağlıklı olmaktan çıkar. En sert anlamda ötekileştirilen diğer insanlar, artık birer düşman olarak algılanır. Onlarla kurulacak ilişki ahlak, hukuk ve güzellik değil strateji üzerine kurulur. Dogmatik söylem bağlısını sadece gerçeklikten değil ahlâk, hukuk, estetik gibi değerlerden de uzaklaştırır. Sadece akla değil vicdana karşı da yabancılaştırır.
Söylem gerçekliği dönüştürmenin ve onu kendine mal etmenin en etkili aracıdır. Nitekim 15 Temmuz gecesine dair menkıbeler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Menkıbe anlatmak Budist gelenekte ve Müslüman tarikatlarda inancı yaymak ve tarikatı meşrulaştırmak amacıyla bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Tarikat kültürünün bulunduğu yerlerde bu kavrama rastlanmaktadır. Menkıbe anlatmak, gerçekliği sahiplenmek amacıyla söylem üretmenin bir türüdür. 15 Temmuz örneğinde üretilen menkıbeler, darbecilerin uçaklarının, helikopterlerinin vs. evliya, kutup ve gavs’lar tarafından engellendiği ve şaşırtıldığı mesajı üzerine kurulmuştur. Bu tarz menkıbeler Çanakkale Savaşı ve Kıbrıs Barış Harekâtı için de anlatılmıştır. 15 Temmuz’a dair menkıbeler, belirli tarikat çevrelerinde ve kendilerine ait ortamlarda (sohbetler, TV ve radyolar vs.) hararetle anlatılmakta ve bir gerçeklik algısı (dahası yanılsaması) inşa edilmektedir. Bu tür söylemler belirli çevrelerde sınırlı kaldığı için çok da üzerinde durulmaması gerektiği düşünülebilir. Hatta 15 Temmuz’da yaşanan kahramanlıklara bir mistik hava kattığı ve manevi destek sağladığı için olumlu olduğu da savunulabilir. Ancak söylemin asıl işlevi olayın bize söylemeye çalıştığı temel mesajı vurgulamak değil midir? Menkıbevî ve mistik anlatılar üzerinden anlatmaya çalıştığım konu, seküler söylem biçimlerinin de benzer türden işlevler gördüğüdür.
Bunun zararı en başta şudur: 15 Temmuz akşamı Türk milletinin sergilediği kahramanlığın üzerinin örtülmesidir. Bir olayı çarpıtmanın en etkili yolu, onun dayandığı temelleri değiştirmek ve düşünce ise onun delillerini yanlış göstermektir. Darbecilere kafa tutan gençler, tankların karşısına dikilen kadınlar, askerin elinden silahı almaya çalışan ihtiyarlar vs. tüm bunların olağanüstü iradeleri ve cesaretleri, menkıbevi söylem altında eriyip gitmektedir. Bu önce millete sonra da gerçeğe yapılan haksızlıktır. Bu nedenle tarihimizde büyük yer tutan ve unutulmaması gereken 15 Temmuz Destanı’nı doğru söylemler üzerinden anlatmak büyük önem taşımaktadır. Ve bazen teori kurmaya çalışmaksızın sadece olanı olduğu gibi anlatmak bile yeterli olmaktadır. Çünkü bazı teoriler gerçekliğin ciddiyetini bozmakta ve menkıbevi söyleme benzer bir dezenformasyon yapmaktadır. TV’lerde 15 Temmuz Marşı olarak yayınlanan videonun pek çok söylem ve teoriden daha çok etkili olduğunu düşünüyorum.
Demokrasi ve Vatan Kavramı
Demokrasi kültürü hak ve sorumlulukların dengeli bir tanımlamasına dayanır. Sadece hak üzerinden kurulan bir yurttaşlık algısı bizi, ileride keskin biçimde kendisinden dönüş yapacağımız patolojik liberalizme götürür. Şu halde demokrasi söylemi, sorumluluk vurgusunu da içermektedir. Sorumluluk somut bir şey’e karşı duyulur. Nesnesi, ilkeleri ve yöntemi belirtilmemiş bir sorumluluk kavramı işlevsizdir. Bir ülkede yaşayan insanların kendilerini sorumlu duyacakları en genel kavram vatandır. Aslında vatan, o ülkede yaşayan tüm insanların paylaştığı bir ortak mekândan daha fazlasını ifade eder. Birlikte yaşamayı sağlayan kültür, değerler, tarih, hukuk, devlet bu kavramın temel unsurlarıdır. Her ne kadar bu kavramların masumiyeti ve saygınlığı zaman zaman ideolojik saldırılar ve ideolojik sahiplenmelerle kirletilmiş ise de bu saldırı uzun sürmemiştir. Örneğin millet kavramını kendine mal eden, ‘vatan ve millet, benim sevdiğim gibi sevilir.’ düşüncesiyle farklı vatanseverlik tarzlarını ötekileştiren ve haksız biçimde onları ihanete indirgeyen ideolojik saplantılar, sorumluluk kavramını da aşındırmışlardır. Zira onlara göre sorumluluk, kendi ideolojik kalıplarının onayladığı politik davranışların yerine getirilmesini gerektirmekteydi. Aynı savrulma İslâm’ı yaşama ve temsil etme konusunda da görülmektedir. İslâm için endişelenme, hakiki imanı eski ve yeni savrulmalar karşısında savunma ayrıcalığı üzerinde kendilerine bir imtiyaz alanı açan kesimlerde dinî kimlik için aynı ayrıştırmayı yapmaktadır. Oysa vatan duygusu o kadar açık ve zorlamasızdır ki, bu apaçıklığı hiçbir teori taşıyamaz. Bu duygu, bir ideolojinin gözüyle tanımlandığında, onun temel niteliği ve gücü olan birleştiricilik özelliği zayıflamaktadır.
FETÖ sürekli olarak dinî olmanın yanında milliyetçi bir camia olduğu vurgusunu yapmaktaydı. Ancak onun genel olarak İslâm coğrafyasının temel sorunlarına Müslüman kitlelerden farklı baktığı anlaşıldı. Filistin-İsrail meselesinde ve özellikle de ‘Mavi Marmara’ konusunda FETÖ liderinin yaptığı açıklamalar vicdanları yaraladığı gibi tepkileri de kendine çekmiştir. Aşırı duygusal FETÖ liderinin vicdanî duyarlılığının Müslümanları kapsamadığı anlaşıldı. Diğer yandan kendini daima ayrı ve ayrıcalıklı bir yere koyma tarzları da duygusal ve düşünsel olarak Müslüman coğrafyadan koptuğunu göstermiştir. Daha özelde ise Türkiye’deki hedeflerine ulaşma konusunda sorunlar yaşayan FETÖ’nün bir anda hukuk, ahlâk ve vicdan ilklerinin dışına çıkıvermesi ve ölçüsüz bir öfkeyle ülkeye saldırması, sadece vatan değil inanç ve ahlâk konusunda da yalancı olduğu düşüncesini ortaya koydu.
“Seccademi serdiğim her yer vatanımdır!”söylemi üzerinden bir “mobil vatan” eleştirisi öne çıkmıştır. “Mobil vatan” kavramını ulusalcı çevreler özellikle İslâmcıları gözden düşürmek amacıyla kullandılar. FETÖ ve IŞİD gibi sorunları da kullanarak İslâmcıların vatan tasavvurlarını sorgulamaya başladılar. Kendi doğallığına bırakıldığında ulusalcı ideolojik çarpıtmaların uzağında vatan kavramı ile İslâmcıların hiçbir sorunu olmamıştır. Kendi özel çarpık vatan tanımlarını toplumun geri kalanına dayatanlar, geçmişteki tahriflerini unutup İslâmcıları bu konuda yargılama hakkına sahip değildirler. Üstelik bu kesimler, İslâmcı kökten gelenlerin ülkenin temel sorunlarını çözme konusunda bu kadar samimi ve cesur davranmalarını hala anlayabilmiş değillerdir. Onlara göre açıklanamaz bir çelişkidir.
Yine 15 Temmuz olayları vatan kavramı üzerinde tekrar durmayı gerektirmektedir. Yeni anayasa, eşit yurttaşlık ve bireysel özgürlükler ekseninde yapıcı tartışmalar yapılmalıdır. Ancak özellikle devlet kurumlarının, vatan ve vatandaşlık algısını içselleştirmiş personelle güçlendirilmesi ve böyle olmayanların da ayıklanması gerekmektedir. Devletin davranışı oldukça önemlidir. Din-devlet-toplum ilişkilerinde devletin durması gereken demokrasilerde bellidir. Ancak devlet FETÖ olayında olduğu gibi, kendine paralel oluşturacak tarzda bir gurubun güçlenmesine ve kamu gücünden yararlanmasına şu ya da bu şekilde göz yumarsa sadece sivil toplumun değil, bizzat kamu düzeninin de tehlike altına girmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Din-Devlet-Toplum İlişkisi ve Cemaatler
15 Temmuz akabinde gündemi en çok meşgul eden konulardan biri cemaatlerdir. Cemaat sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal hayatın bir parçasıdır. Asla bir sorun olarak görülmez. Ancak İslâm ve toplum ilişkileri ekseninde bakıldığında, üstelik FETÖ gibi bir tecrübeden sonra “bunlar tarihsel ve sosyolojik birer olgudur.” naifliği içinde bakılamayacak derecede ciddi bir problem haline gelmiştir cemaatler sorunu…
Dinin toplumsallaşması açısından dinî gurupların eski ya da yeni örgütlenmeler tarzında olumlu işlevler gördükleri bir gerçektir. O nedenle FETÖ olayı bahane edilerek toplumsal hayatı dinî her türlü yapılanmadan arındırmaya çalışmak, ancak bu işi eksik bıraktığını düşünen 28 Şubatçı ve ulusalcıların amacıyla örtüşür. Dengeli bakış açısı geliştirmek adına bir çözüm üretmek gerekir.
Öncelikle dini gurup ve cemaatlerin kendilerini sorgulamaları gerekiyor. İnsan yetiştirme politikalarını gözden geçirmek zorundadırlar. Küresel savrulmalar karşısında İslâm’ın nasıl daha iyi anlaşılıp anlatılacağı üzerine daha çok çalışmalıdırlar. Kendilerini devlete ve kamu kurumlarına adam yetiştiren ve yerleştiren birer arka bahçe olarak görmek yerine, bulundukları alanda yani sivil toplumda daha esnek, estetik ve kültürel çalışmalarla renk karabilirler. İslâm’ın amaçlara sadece güç artırarak değil aksine bilgi ve değer üreterek ve yayarak ulaşılabileceği düşüncesini ilke edinmelidirler. Bu arada diğer cemaatlerle ve kurumlarla (Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip Liseleri) olan ilişkileri yine Kur’ân’ın kullandığı bir kavram olan ‘hayırda yarışmak’ ilkesi üzerine kurmalıdırlar. Anlamsız ve acımasız İlahiyat, DİB düşmanlığı yapmak yerine bu kamu kurumlarına karşı daha saygılı ve dengeli bir üslup içinde olmaları beklenmektedir.
İslâm Öğretisi Takiyye Kaldırmaz… Demokrasi de!…
Takiyye İslâm öğretisi açısından arızi (geçici ve istisnaî) bir uygulamadır, normal bir davranış değildir. Hz. Peygamber’in baskı altındaki bazı Müslümanlara tanıdığı ruhsat, takiyyeye örnek gösterilmektedir. Asıl olan insan hayatının korunmasıdır. Tıpkı Kur’ân’da yemesi haram kılınan bazı nesneler sayıldıktan hemen sonra zorda kalanın aşırıya kaçmamak şartıyla bunlardan yiyebileceği söylenmiştir. Takiyye ve ruhsat zorluklar karşısında hayatta kalmayı tercih etmek ilkesi altında birleştirilebilir. Her ikisi de düşmana ve zorlu şartlara karşı uygulanır. Düşman da zorlu şartlar da cana kast ettiği için aynı mantık yürürlüğe girer. Ancak takiyye ve tedbir yöntemlerinin Müslüman toplumda bir hayatta kalma tarzı olarak kullanılmasının anlaşılabilir meşru bir tarafı olamaz. Türkiye örneğinde olduğu gibi bir dönem seküler ve laisist politikaların sert biçimde uygulandığı bir ortamda kendini koruma adına takiyye ve tedbir yöntemlerine başvurulmak zorunda kalınması anlaşılabilir. Bunu tercih etmek yerine direnme ve karşı koyma yolunu seçen İslâmî ve gelenekçi guruplar olmuştur. Sonuçta bu farklılık ‘gurubun ya da cemaatin kendi içtihadıdır.’ denilerek tolore edilmiştir.
Demokrasinin gelişmesine bağlı olarak din ve dindarlar üzerindeki baskıların kalktığı bir aşamada, hâlâ takiyye ve tedbirin uygulanması ciddi anlamda şüpheler uyandırmıştır. Müslüman bir gurubun, din karşıtı seküler çevrelerin yanında diğer Müslüman guruplara karşı da takiyye ve tedbir yöntemlerini uygulamaya devam etmesini, en azından dinî bir mantıkla açıklanmak oldukça zordur. Zorlukları aşmak ve kendini güvene almak kaygısıyla belirli bir süreçte uygulanan “dönemsel bir uygulama”nın, zamanla cemaatin temel yaşam ve davranma tarzı haline gelmesi patolojiktir. Üstelik bunu kendisiyle aynı inanç sistemini paylaştığı bir topluma karşı uygulamaya devam etmesi meşru, anlaşılabilir ve makul olmayan amaçlar beslediğine dair kuşkular oluşturmuştur.
FETÖ’nün gnostik-batınî damardan beslendiği görülmektedir. Örgüt liderinin belirli periyotlarla Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve atılacak her adımı ondan öğrendiği inancı, Şiîliğe benzer bir disiplin ve karizma doğurmuştur. Lider ile kitle arasında kurulan ilişkinin tüm romantizmi, irrasyonelliği ve yoğunluğu bu karizmadan kaynaklanmaktadır. Bu ilişki biçiminin cemaate özgü olmadığını daha yaygın bağlamda tarikat yapılanmalarında hâkim olduğunu belirtmek gerekir. Cemaatte-örgütte farklı olan şey, gnostik yöntemin, ısrarla Müslüman toplum ve coğrafyanın çıkarları aleyhine kullanılmış olmasıdır. Milliyetçi vurguları söyleminde eksik etmeyen bir yapı için bu durum ‘açıklanamaz’dır. Ancak gnostik yöntemi ustaca kullanan yapı, bu açık tutarsızlık için de bir tevil bulmakta zorlanmayacaktır.
Şu halde açık, dürüst ve kendisiyle barışık bireyler yetiştirecek bir kültürel ortamı inşa etmek zorundayız. Gizem, sır, batın peşinde olma arzusu sanatsal, entellektüel, gerçeküstücü bir bağlamda oldukça keyifli ve insana derinlik katan bir değerdir. Ancak bunun toplumsal politik bir örgütlenmeye dönüştürülerek İslâm’ın, ahlâkın, eğitimin, kamu düzeninin altını oyacak ve işlevsiz bırakacak bir boyuta ulaşması, üzerine gidilmesi gereken bir sorundur. Hiç kimse bireysel hak ve özgürlükleri, sivil toplumun dokunulmazlığını, örgütlenme hakkını öne sürerek toplumu yeni ve derin vesayetler altına sokacak bu tarz girişimleri savunamaz.
15 TEMMUZ’16 tarihinde başlayan ve sonraki süreçte yaşananlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratik zaaflarını ortaya koymasının yanında Türk toplumunun temel yapısal özelliklerinin ortaya çıkmasını ve güçlenmesini sağlamıştır. Bunlar cesaret, vatanseverlik, fedakârlık, pratik zekâ, kurumları ve ortak değerleri koruma duygusu. Toplumsal barışa karşı yönelik açık saldırı karşısında inanç ve düşünce farklılıklarını bir kenara bırakarak birlikte hareket etmek…
15 Temmuz, sağlıklı bir toplumun nelere ihtiyaç duyacağı konusunda ve hangi adımların atılması gerektiği konusunda güçlü bir hatırlatıcı ve uyarıcıdır. Bu uyarıların gereğini yaptığımız ölçüde, zorluktan ve fitneden her açıdan daha güçlü çıkacağız.