Kelam
İslâm’ı Anlama ve Anlatma Metodu Akıl/İlim Kaynağı – Prof. Dr. Hüseyin ATAY
Prof. Dr. Hüseyin ATAY
İSLAM’I ANLAMA VE ANLATMA METODU AKIL/İLİM KAYNAĞI
Yüce Allah insanı yarattı ve ona bir bilgi kaynağı verdi. İnsan bu bilgi kaynağına göre bilgi elde edecek, bilmediğini onunla öğrenecek, bilgi üretecek ve sonra ona göre hareket edecek, iş görecek ve işlerini yürütecektir. Bu bilgi üretme kaynağı akıldır. Yalnız insan akıldan ibaret olmayıp birçok değişik güçlerden bileşik bir yapıya sahiptir. Akıl bütün bu güçlerin üstünde yönetici bir konuma sahiptir. Onlar akla izlenimler getirir, akıl onları ilme çevirir ve hüküm kaynağı yapar, insana faydalı ve zararlı şeyleri gösterir.
İRADE
Fakat aklın yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise bir sürü gücün etkisi altındadır. Bundan dolayı diğer güçlerin etkisi altında olan irade, aklı doğru bildiğini ve hüküm verdiğini yapamaz ve zararlı gördüğü şeyden kaçamaz durumda bırakabilir. Aklın doğru düşünmesine karşılık, doğruyu yaptırmasına başka güçler irade vasıtasıyla engel olabilir. Bu hususta, iradeyi etkisi altına alan, başkaları tarafından zihne gönderilen izlenimler ve bilgilerdir. Bunlar tarihten, çevreden, öğreticiden ve toplumdan gelmektedir. Bunlar o kadar etkili olurlar ki aklı bile bazen yanlış hükme varacak kadar şaşırtırlar. Aklın sağlam düşünebilmesi için, onu etki altına alan iradeyi bu izlenim ve bilgilerden kurtarıp kendi başına ve özüne göre hüküm vermesini, başka bir deyişle aklın saf ve arı olarak düşünmesini sağlamak lazımdır. Böyle düşünen akla aklıselim ve sağduyu denmektedir. Bu tür akıl, bütün insanlarda bulunur, insanı şaşırtmaz ve ona ancak doğruyu gösterir. Mesela, babasını öldüren katili, öldürmeyi akıl uygun bulmaz. Çünkü bilir ki kendisi katili öldürürse karşılığında kendisi de öldürülecektir. Sosyal tecrübe de budur. Ama yine sosyal ve diğer etkenler iradeyi bırakmaz mutlaka öldürmeye, karar vermeye zorlar. İrade de aklı hüküm vermeye icbar eder, akıl onun yanlış olduğunu söyleyerek çekilir. İrade o yanlışı yaptırır ve akıl işlem dışına itilmiş olur.
AKIL – VAHİY
Hz. Muhammed de 610 yılında kendisine Yüce Allahtan vahiy gelene kadar sağduyusu ve aklıselimine göre hareket etti, iş yaptı ve yaptırdı. Kendisine gelen vahiy bilgisi, aklıselim bilgisinin dışında yeni bir bilgi kaynağı getirmiş ve aklıselimin bilgisini de desteklemeyi amaçlamıştır. Böylece insan iki bilgi kaynağına sahip olmuş olur. Biri tabii bilgi kaynağı olan akıl, diğeri sözlü bilgi kaynağı olan vahiy. Akıl genel bilgi kaynağı, vahiy ise özel bilgi kaynağıdır. Akıl her insana doğrudan verilmiş, vahiy ise özel kişiler tarafından bildirilmiştir. Bu noktada akıl ile vahiy arasında sorumluluk bakımından şu farklılık bulunmaktadır. İnsan doğuştan zorunlu olarak akla göre sorumludur. Vahye göre sorumlu olmak, doğuştan değil, irade hürriyetine bağlıdır. Buradaki sorumluluğu irade hürriyetini kullanmasına bağlıdır. Vahiy bilgisinin bütün gücü ve görevi aklı desteklemek ve aklı yan etkilerden kurtarıp saf, özüne göre hareket etmesini ve hüküm vermesini sağlamaya yöneltmektir. Vahiy saf aklın doğru dediğine doğru, yanlış dediğine de yanlış diyerek onu destekler. Böylece vahiy bir yandan aklın hükümlerinde sebat etmesini sağlar, diğer yandan da iradeyi yönlendirerek iman gücüyle eyleme geçmeye sevk eder. Vahiy, iradeyi yönlendirir ama ona baskı yapmaz.
HZ. MUHAMMED’İN İKİ BİLGİ KAYNAĞI
Hz. Muhammed’e vahiy gelmeye başladıktan sonra da akıl işlevini yitirmemiş, daha hür ve baskısız bir alanda eylemde bulunmaya başlamıştır. Çünkü vahiy, aklın önüne konan engelleri aşmasında ona yol ve yöntem göstermeye gelmiştir; yoksa onu insana yol göstermekten alıkoymamıştır. Vahiy gelince akıl iki iş yüklenmiştir. Biri vahyi anlamak ve diğeri de vahyin dışında kalan hususlarda yol bulmaya devam etmektir. Akıl nasıl ki beş duyu ile elde ettiği bilgilerden ve deneylerden istifade etmiş ise, vahiyden de üç şey kazanmıştır. Bilgi kaynağı olarak yeni bir bilgi, yöntem ve amaç. Kur’an, bilgi verirken onun amacını ve kullanım tarzını, yolunu da göstermektedir.
KUR’AN’IN MEVSUKİYETİ
Yüce Allah, tarih boyunca insanoğluna bu iki bilgi kaynağını esirgemeden vermiştir. Ne var ki, insanoğlu tarih boyunca kendisine verilen vahiy bilgisini olduğu gibi muhafaza ederek nesilden nesile aktarma imkânına sahip olamaması, gerçek vahyin kaybolmasına sebep olmuştur.
Yüce Allah insanoğlunun kendisine verilen bu ilahi mesajı koruyamadığını insanın tarihi tecrübesiyle insanoğluna gösterdikten sonra, Hz. Muhammed’e indirdiği ve tüm tarihi vahyin özeti olan Kur’an’ı korumayı üzerine almıştır. Hz. Muhammed bundan dolayı son ilahi tebliğci ve Kur’an da Allahın yeryüzüne son mesajı olmuştur. Bilgi kaynağı olarak insanoğluna verilmesi gereken tabii vahiy olan akıl ve sözlü vahiy olan Kur’an insana yol, yordam göstermeye yeterli görülmüştür.
AKIL- VAHİY ELELE
Hz. Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra, İslam dini iki kaynağa:-akıl ve vahiy-dayanarak oluşmaya başlıyor. Bu, Hz. Muhammed’in ölümüne kadar böyle ikili kaynak beraberce kol kola yardımlaşarak yürüyorlar. Bunlardan birisini diğerinden daha üstün ve daha kutsal tutmak, İslam’ın temeline dinamit koymakla aynıdır. Ancak şu vardır ki birinin tıkandığı yerde öteki ona yardım etmiştir. Bunun için hiçbir zaman biri önder durumunda olmamış, biri sıkışınca ötekine başvurmuştur. Çünkü her ikisi de Allah vergisidir. Birbirlerini bütünlerler. Kur’an’ın akla çok değer verdiğini yine akıl ortaya koyar ve anlar. Vahyin dışında Hz. Muhammed’in bütün işleri ve hareketleri akıl tarafından tanzim edilmiştir. Demek ki, Hz. Peygamber zamanında (632 M.) İslam dininin bilgi ve hüküm kaynağı akıl ve vahiydir. Hz. Peygamberin vefatından Hz. Ali’nin ölümüne kadar (660 M.) olan süre içinde bilgi kaynağı akıl ve vahiy idi. Akıl Kur’an’ı yorumluyor ve bu noktada Kur’an’a bağlı kalıyor ve Kur’an’ın amacına uygun olarak Kur’an’ın hüküm vermeyip de boş bıraktığı alanları dolduruyordu. Hem Peygamber hem sahabe herşeyi genellikle Kur’an’a dayandırıyor ve Kur’an’ın dışında kalan hususlarda ictihad ediyor yani aklını kullanıyordu.
SÜNNET HAKEM
Muaviye’nin iktidarından (30 H 660 M.) Ömer b. Abdülaziz’in sonuna kadar olan dönemde (101H. /719 M.) bilgi ve hüküm kaynağı Kur’an ve Sünnet olmuş ise de sünnet Kur’an’a hakem durumuna yükselmiş, akıl bir kenara itilmiştir. Sünnet hakem olup Kur’an’dan da öteye geçince bu dönemde hadis revaçta olmuş, bu düşüncenin aşağı tabakalarda da kabul görmesiyle hadis uydurmalar başlamıştır. Bu durumun din için tehlikeli olduğunu gören ileri gelen düşünürlerden biri olan Ömer b. Abdülaziz yazılmasına resmen emir çıkarmış, böylece uydurma hadisin önüne geçilmeye çalışılmıştır.
AKIL – VAHİY – SÜNNET
Ömer b. Abdülaziz’in zamanından Ahmed b. Hanbel’in (241 H.855) zamanına kadar geçen süre içinde büyük insanlar ve müçtehitler yetişmiştir. Bunlar aklı, Hz. Peygamber zamanındaki mevkiine koymaya çalışmışlar ve bir dereceye kadar başarı göstermişlerdir. Bu dönemde bu müçtehitlerin uyguladıkları metod aslında iki kaynağa dayanıyordu. Nas yani vahiy ve akıl ki ictihad anlamındadır. Böylece Hz. Peygamber’in ve dört halifenin metoduna göre hareket etmiş ve ictihatlarını ortaya koymuşlardı. Hadisi, Kur’an’ın temel hükümleri dışındaki fer’i hükümlerin açıklamasında kullanmışlar ancak hakem Kur’an ve akıl idi. Bu dönemde yetişen büyük müctehitlerin ictihatları ve fikirleri İslam’ın ilke ve esaslarına göre ileri sürülmüş ve üretilmiş olduğu düşünürlerce genel kabul görmüştür. Bununla beraber, aralarında ictihad ve fikir ayrılıkları hür düşüncenin ve aklın anlayışının doğal sonucudur. Buna göre de zıt fikir ve ictihatlardan birisinin yanlış olması mantıki düşünmenin gereği olduğu gibi ittifak ettikleri fikir ve ictihatlarda da yanlış yapmış olabileceklerini düşünmek ilmin ve düşünce gereği olarak kabul edilmelidir.
İCTİHATLAR NASS OLUYOR
Ahmed b. Hanbel’in ölümü (241 H./855 M.) ile İbn Kemal Paşa’nın (941 H./1534 M.) arasındaki döneme tarihi, kültürel, ilmi ve düşünsel açılardan duraklama ve donuklaşma dönemi demek doğrudur. Aslında buna geleneksel deyimiyle taklid dönemi denmektedir. Bu dönemde imam müçtehitlerin sözleri, ictihatları esas bilgi ve hüküm kabul edilmiş, Kur’an ve Hadise ancak bunları meşrulaştırmak ve desteklemek için gidilmiştir. Böylece Kur’an ve Hadis devreden, doğruluk kriteri olmaktan çıkmış ve akıl da sadece destek için alet olarak kullanılmıştır. İnsanlar bu mezhep imamlarının taraftarları tarafından sahiplenilerek bölünmüşler ve mezhepler aşılmaz çelik çitlerle çevrilmişlerdir. Halkın mezhep değiştirmesi resmi sicillerle yapılır hale gelmiştir.
TARİHİ İKİ TESBİT
Bu dönemde şunu tesbit etmiş bulunmaktayım. Bu dönemde Kur’an ve Hadisle dönüp mezhep müçtehitlerinin yanlış olan bir fikri düzeltilmemiştir. Dediğimiz gibi insanların sözleri ve hükümleri değişmez ve yanılmaz kabul edilmiştir. Kur’an ve hadis karşısında yanlış oldukları açıkça görülen ve sabit olan hükümler te’vil edilerek meşrulaştırılmıştır. Bize göre bir yanlışı te’vil etmek onun yanlışlığını kabul etmemek ve ona yanlış hükmünü vermekten kaçınmaktır.
İkinci tesbitim şudur: Mezhep âlimleri de diğer mezhepleri de okumuş, öğrenmişlerse de hiçbiri kendi mezhebindeki yanlış bir hükmü diğer mezhepteki doğru bir hükümle düzeltme cihetine gitmemiştir. Eğer bu iki tesbitime aykırı olarak hüküm verenler olmuşsa onları istisna etmeye hazırım. Ayrıca mezhepler arasındaki ihtilaflar mezhepçilik gayretiyle birbirlerini yoldan çıkmak, sapmak, şaşkın olmak ve hatta cehennemlik olmakla itham etmekten çekinmemişlerdir.
MEZHEPÇİLERİN İMAMLARINA MUHALEFETİ
Diğer ilmi bir müşahedem de şudur: Fıkıh kitaplarını gözden geçirdiğiniz zaman, özellikle Hanefilerin en meşhur kitabı olan el Hidaye’ye bakınca imamların sözleri tartışılır ve bir imamın ictihadı ötekinin lehine veya aleyhine delil getirilir. Bu temelinden İslam’ın temelıne, Kur’an’a ve felsefesine aykırıdır. Kimse bunun farkında değildir, farkında olanlar da seslerini çıkarmamaktadırlar. Bu aynı zamanda imamların tutum yöntemlerine de aykırıdır. Bu aslında imamların sözlerini ve içtihatlarını seviyesine çıkarıp ve onlar gibi kutsal metin saymaktan başka bir şey, doğru metod ve tutum insanların-müçtehitlerin sözlerini değil, delillerini tartışmak olmalıdır. Ancak bazen delilleri de tartıştıkları davamızı red ve inkara yetmez. Çünkü bunları imamların sözlerini desteklemek için yardımcı olarak zikretmektedirler.
DÜŞÜNCEDE DURAKLAMA
Bu döneme taklit, mezhepçilik ve duraklama dönemi denmektedir. Bu taklid kelimesine kısa da olsa bir açıklık getirmek gerekmektedir. Taklidin sözlük manası boyuna tasma takmak, hamail, gerdanlık takmak, birinin fiil ve hareketinin aynısını yapmaya, ona benzetmeye veya benzemeye çalışmaktır. (1) Bu kökten Kur’an’da, mekalid(anahtarlar, hazineler) ve ‘kalaid’,(gerdanlıklar.tasmalar,takmalar)kullanılmıştır.(2)Türkçedeki kilit(aslında kılid olmalıdır)in bu kökten geldiğine kaniyiz.(3)Arapçada bu kökten türemiş bulunan iklid(çoğulu ekalid,eklad)anahtar, miftah anlamında yalnız kapalı şeyi açmak anlamında değil,açık kapıyı,hazineyi kilitlemek,kapamak,korumak anlamından gelmektedir.Türkçedeki baştaki(i)düşmüş ve kilid,olmuştur.(4)
Taklidin terim olarak İslam Hukuk Felsefesi yani Usulu’l-Fıkıh ilmine göre anlamı şudur: Delilsiz olarak başkasını sözüne göre iş yapmaktır.Sözü delil olmadan delil sayılmayanın sözüne göre hareket etmektir; neye dayanarak söylediği bilinmeyenin sözünü kabul etmektir, hepsinden daha uygun görülen tanım ise;delile dayanmayanın sözünü kabul etmektir.(5)
TAKLİT
Bu tanıma göre müctehid imamların sözlerini Kur’an’a ve hadise dayanmadan kabul etmek taklittir.Delilsiz mezhep imamlarının sözlerine uyana mukallit denir.Bu taklit kelimesinin sözlük anlamında olan şu manaya göre bu şu demek olur: Falan imamı taklit eden onun sözüne sırf onun sözü olduğu için uymak, dinde yasaklanmıştır. Böyle mukallid olduğunu iddia ve kabul eden kimse taklit ettiği imamın, müçtehidin fikrini boynuna bir tasma gibi takmış anlamında mukallit olur. Şüphesiz buradaki tasma kurbanlık hayvanlara takılan maddi bir tasma olmayıp daha ağır ve kötü anlamda zihne vurulmuş bir bukağı ve takılan bir takıdır. Bir insan bunu nasıl kabul eder. Evet, şaşılacak şey, ama on bir asırlık sürdürülen mezhepçilik bundan başka bir şey değildir.
İCTİHAT FARZDIR
İlim adamlarından bir cemaat fer’i(fıkhi) meselelerde bile taklidin asla caiz olmadığını söylemelerinden başka Karafi’de İmam Malik gibi âlimlerin içtihadın farz, taklidin de batıl (saçma) olduğunu söylediklerini, naklediyor. İbn Hazm ise taklidin yasak olduğunda ittifak (icma) olduğunu ileri sürmüştür. Dört imam insanları hem kendilerini hem de başkalarını taklit etmekten menetmişlerdir.(6)
FAKİH
Fıkıh kitaplarına bakıldığı zaman tabi oldukları mezhep imamlarından daha geniş kültüre ve ihatalı bilgiye sahip fıkıh yazarları görülmektedir. Şimdi bunlara fakih denmeyeceğini usul ilmine sahip birinden öğrenmek, gerçekten durumu değerlendirmek ve geniş malumat sahibi bu zatlara ne sıfat verileceğini tayin etmek zor olmaktadır. Eğer bu zatlar kendilerine fakih diyorlarsa müctehit olduklarını ve mukallit olmadıklarını söylemiş oluyorlar. Eğer kendilerini mukallit sayıyorlarsa o zaman onlara fakih denmeyeceğini şöyle açıklamışlardır: Ameli Şeri hükümleri tafsilatlı delillerine göre emek verilen bir şekilde bilmeğe fıkıh, denir. “Tafsilatlı” sözü ile mukallidin fıkhi meseleleri bilmesine fıkıh denmeyip taklit deneceğini anlatmaktır. Çünkü fukaha fakihin çoğulu olup fakih, fıkıh kendisinde meleke halinde bulunana denir. Yoksa fıkıh kitaplarını anlayana fakih (anlayan) denir. (7) Fıkhın şu tanımı esas kabul edilebilir: Ayrı ayrı delillerinden giderek elde edilen şeri ve feri hükümleri bilmeye fıkıh, denir (8). Fakih müctehit anlamında olarak hüküm üreten, istinbat eden, hüküm ortaya koyan kimsedir. Müçtehit imamların dışında Kur’an’a ve akla dayanarak içtihat eden kimselere de fakih denmesi doğrudur. Bu iki kaynağa değil de imamların sözlerine dayanarak fikir ileri sürenlere fakih denmemektedir. Çünkü imamların içtihatları şeri delil sayılmazlar. Maalesef fakih olmayanlar tarafından delil sayılmaktadır ve bunun için şeri delil yerine konarak Kur’an ve hadisi arka plana itmişlerdir. Herhangi bir kimsenin müçtehit olmasına veya olmamasına başkası hüküm verme hakkına sahip değildir. Böyle bir hürriyet aslında bir tür içtihat sayılır. Bu noktadan bakılınca imamların dışında fukaha dediğimiz zatlara, kendi mezheplerinin imamlarının içtihatlarını başka imamların fikirlerine tercih etme hürriyetlerini kullanmalarında, onlara bir tür müçtehit denebilmesinin iki şartı olduğu kabul edilmektedir. Biri, diğer imamların içtihatlarını iyi bilmek, kavramak, diğeri de seçme hürriyetinde tarafgir olmamak, hakka ihlâslı olmaktır. Böyle olanlara mezhebin içinde ve mezhebin imamının fikirlerine açıklama getirme anlamında mezhepte müçtehit değil, mezhepler arası müçtehit denebilir. Ama böyle mezheplerden mezhep beğenene de pek az rastlanabilir. Aslında bunu yapabilecek zat, ancak içtihatların kaynaklarına indiği zaman bu niteliği alır ki, o zaman da müçtehit ünvanına hak kazanır.
DÜŞÜNCEDE GERİLEME
Yedi asır (241-934) süren bu mezhepçilik, taklit, duraklama de âlimler kendi imamlarının içtihatları ve başka imamların fikirlerini de anlamış, tartışmış ve yorumlamışlardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi birbirlerinden istifade ederek kendi mezheplerindeki bir hükmü değiştirme yönüne gidememişlerdir. Mezhepçilik bu kadar sağlam aşılmaz surlarla ve kırılmaz çemberlerle çevrilmiştir.
Bugün hala bu dava sürdürülmekte ve müslümanlar bu kalelerin içinde sıkışıp kalmaktadır. Kalelere temiz hava alma delikleri açmak isteyenlere sanki düşmana aralıyor olarak ve düşmanca bakılmakta ve engellenmeye çalışılmaktadır.
FİKRÎ VE BEDENÎ TEMBELLİĞİN SEBEBİ
Bu duraklama, taklit ve mezhepçilik döneminin bu kadar uzun sürmesini iki sebebe dayandırmak mümkündür: Birinci sebep bu yedi asır içinde bütün dünya coğrafyasında İslam milletlerinden daha güçlü veya onlarla boy ölçüşecek güçlü siyasi bir otoritenin olmamasıdır. Bu tarih süresi içinde Müslümanlar hem doğuya hem de batıya hâkim idiler. Kendi kendilerine yeter olmalarının yanında dış ve yabancı milletlere de hem teknik ve ilmi, hem de idare bakımından üstün durumda bulunmaktaydılar. Yeni bir şey icad etmeye ve üretmeye ihtiyaç duymuyor1ardı.İcatlar ve keşifler ise bir ihtiyaçtan doğar. Daha ileri gitmede en büyük etken, üstün olma ihtiyacıdır.
SİYASETİN İLME HÜKMETMESİ
İkinci sebep, siyasetin ilme hükmetmesidir. Siyaset yeni bir fikrin ortaya atılmasına ve yeni sorunlara veya devam eden problemlere yeni bir çözüm getirmeye karşı çıkıyordu. Bugün de İslam dünyasında siyasetin ilme tasallutu devam etmektedir. Aslında bu uzun mezhepçilik döneminde temelden değişmeye ve çözüme muhtaç olan kurallar mevcuttu. Onlar çözüm bekliyorlardı. Dediğimiz gibi siyasi otorite buna izin vermiyordu. Yeniden yapılanma fikrine sahip olanlar etkilerine göre cezaya çarptırılıyor, hapse atılıyor, kovuluyorlardı. Şimdi de olduğu gibi baskıcı zihniyetin sıkıntısını müslüman siyasetçi değil, müslüman âlimler çekiyor. Eskiler gibi şimdikiler dini de ilim adamını da istekleri doğrultusunda kullanıp istediklerini devre dışı bırakabiliyorlar.
İLİMDE-DİNDE-SİYASETTE ÇÖKÜŞ
İslam dünyasının ilmen çöküş dönemi İbn Kemal Paşadan (941 H./1534 M.)başlar ve zamanımızda da (1993 M./1413 H.) devam eder. Burada bir noktaya açıklık getirmek gerekmektedir. İbn Kemal Paşa zamanından 1774 yılına kadar ilim adamı medreselerde yetişti. Burada kastedilen yalnız din adamı değil, zamanında okutulan bütün ilimler medreselerde okutulduğu için 1774 yılına kadar ilim adamı denince her bilim dalına ait ilim adamını kapsar (İlahiyatçı, hukukçu (fakih), astronom, fizikçi vs.) İbn Kemal Paşadan sonra ilim çöküşe geçti, demekle medreselerdeki öğretimin gevşediğini, bozulduğunu, bilgi seviyesinin düştüğünü kastediyoruz. Bundan önceki döneme duraklama, taklit ve mezhepçilik diyoruz. Yani duraklama dönemi ile çöküş dönemi arasındaki fark duraklama döneminde yetişen âlimler okuduklarını anlıyorlar ve bazen da ince eleştiriler ve cüzi yorumlar-kendi mezhepleri içinde ortaya koyabiliyorlardı. Çöküş döneminde ise okuduğunu anlamıyor daha öncekilerin sözlük manalarını aşamıyor, düşünce seviyesi düşüyor ve artık medreseden şikâyetler gittikçe yoğunluk kazanıyordu.
MEDRESENİN YIKILIŞ SEBEPLERİ
a) Altı yaşındaki çocukları müderris (Profesör doktor) ünvanı ile tayin ederek maaşa geçiriyorlardı. Fen ve felsefe, kelam ilimleri medrese programlarından çıkarıldığı için 1774 yılında medresenin dışında Deniz Mühendis Okulu açılmıştı. Oysa bunu medrese kendi bünyesinde kendisinin açması gerekirdi. Çünkü yegâne öğretim kurumu medrese idi. Burada şuna dikkat çekmek istiyorum: Siyaset ilme tasallut ede ede ilmi yıktığı gibi sonunda kendini de yıkmıştır. Ama artık dünya siyaseti değişmeye başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu tek güç olmaktan çıkmanın ötesinde yenilgiden yenilgiye uğramaya başlayınca dış düşmanların başarılarını teknik ilmine sahip olmalarına dayandığı ortaya çıkınca siyaset medreseyi ıslah edemeyeceğini bildiği için, medreseyi bir kenara iterek kendisi teknik eğitim yapmak üzere teknik okullar açmaya başlamıştır. On dokuzuncu asırda medresenin dışında yeni ilimleri tahsil eden okullar çoğaldı. Medresenin bel kemiğini teşkil eden fıkıh öğretiminde de medrese yetersiz görüldüğünden hâkimleri yetiştiren Nüvvab ve Kudat (Kadılar) okulları sırayla açıldı. Medresedeki tahsil böylece geriledikçe geriledi, ilim ve din anlayışı bu gerilemeye paralel olarak geriledi. Medrese 1914’te kendini ıslah etmeye yöneldi ise de geç kalmıştı, kervana yetişemedi ve kaldırıldı.
b) Medrese 1774’ten önce fen ve hikmet, felsefe ve kelam ilimlerini dışlayarak kendini yalnız fıkha vermiş ve fıkıh anlayışı da zayıflayarak gerilemiştir. Medreselerin ıslah edilmesiyle (1914) ulaştırılmak istendiği noktaya ulaşamadan kapandığı için 1774’te medresenin ilim ve din anlayışı medrese varisleri tarafından olduğu gibi korunmaya alınmış ve hala bu ilim ve din zihniyeti daha kötü bir durumda olarak devam etmektedir. İslam toplumlarındaki bu çökmüş geleneksel ilim ve din anlayışını yaşatmaya çalışan resmi ve gayr-i resmi kurumlar bulunmaktadır. Medreseli zihniyetin en çok direttiği alan fıkıh alanıdır. Tarihsel mezhepçilik fıkhı olan eski fıkıh anlayışının yerine yeni bir fıkıh anlayışı getirmenin şiddetli karşısındadır. Çünkü bunu yapacak müçtehidin yetişmesine ihtiyaç bulunmaktadır. İslam toplumu o kadar cahil bırakılmıştır ki İslam’dan önceki dönemlerde olan din dışı, akıl dışı, ilim dışı ve ahlak dışı hurafeler toplumun alt ve yüksek sosyetesinde din olarak yayılmaktadır.
c) 1774’den bu yana yapılmakta olan teknik öğretim amacına ulaşamamıştır. O zamandan beri, resmen din ilimleri devreden çıkarılmış bulunmaktadır. Teknik ilimler sözde ve fiilen bunca emek ve servet akıtıldığı halde neden amacına ulaşamadığını kimse sorgulamıyor ve sorgulama cesaretini gösteremiyor. Biz sorguluyoruz.
ÇÖKÜŞÜN TEK SEBEBİ DİNÎ ZİHNİYET
İki asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kalkınamamamızın sebebini din ilmi zihniyetinde bulmak istiyorum. On yedinci asırda çöküşe geçen din ve din ilmi zihniyeti hem dindar kesimde hem de fikren dine karşı olan kesimde etkili bir şekilde tesir icra ediyor ve bu iki kutup insanın bütün hareketlerinde, davranış ve fiillerinde bu zihniyetin etkisi açıkça ortaya çıkıyor.
Bu zihniyetin mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek gerekmektedir. Bu hususta belirli nitelikleri tesbit etmeye çalışalım:
a) Çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsenmez. Doğu ve batı taklitçileri aynıdır.
b) İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullanmaya çalışır. O yaşadığı hayat tarzının altında bir yaşam sürmesini ister. Ve her an kendisine muhtaç olmasına dikkat eder. Doğucular ve batıcılar arasında fark yoktur bu hususta.
c) Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslarlar ve başkalarının fazla bilmesine tahammül edemezler, şahsiyetleri incitirler.
d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar
e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp dururlar. İlmi överler ama düşmanlık yaparlar.
f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleriyle işleri çelişiktir.
g) Menfaatlerine göre ahlaklarını, hareket ve davranışlarını ayarlar.
h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, beceriksizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.
i) Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde görürler kendilerine ne kadar çok şahsi fayda sağlayacaklarsa devlet işine o kadar önem verirler.
j) Bunların dindarlıklarına da dinsizliklerine de güvenilmez.
İşte toplumu idare eden zihniyet asırlar boyunca böyle olmuştur. Günümüzde vurgunculuk o kadar ileri gitmiştir ki, normal halkın zihni bile felç olmuş ne düşüneceğini bilmiyor. Aslında bu kadar olumsuzluklar, hedefsiz yokluğa uçuruma(nihilizm) koşuş her sahada beceriksizliklerle hız almaktadır.
Biz bunların baş ve biricik sebebini dini anlayış ve zihniyette ortaya koymak istiyoruz. Bütün bunlar ancak din ile düzelir; fakat dört asır önce çöküşe geçen fukahanın dinine göre değil, Kur’an’ın getirdiği ilkelere önem vermekle düzeleceğine inancımız tamdır.
Fukahanın anlattığı ve on bir asır İslam dünyasını yönettiği din ve İslam milletleri hala günümüzün genç müslümanlarını tedirgin etmekte onları bunalıma sokmaktadır. Bu zihniyete teknikle karşı çıkılmak istenmiş ise de iki asırlık bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü bu yapılırken insanı ve onun ruhunu mutlu kılan din ihmal edilmiştir. Tekniğe teknik, felsefeye felsefe, dine din ile karşı çıkılırsa ve ıslaha gidilirse gerçekliği ve geçerliliği ölçüsünde başarı sağlanabilir. Şimdi bu çöküşe geçen fukahanın din anlayışına alternatif gerçekçi ve geçerli bir din anlayışı ile karşı çıkılıp düzeltilirse, din, insanlara müsbet yönde hizmet etmeye devam eder ve insanları bu dünyada huzura kavuşturur. Biz burada fukahanın dininde günlük, haftalık, yıllık ve ömürlük meselelerden düzeltilmesinde acele edilmesini gerekli gördüğümüz ve bulduğumuz bir kaç meseleye temas etmeden önce usul hakkında bir iki kaideye yine usul yönünden dokunmak istiyoruz.
ÇIKIŞ YOLU
1- Birinci usul kaidesi şu tutum olmalıdır: Mezhep imamlarının usul metod kaideleri ve ilkeleri olduğu gibi kabul edilmeyip tekrar geçerlilikleri gözden geçirilmelidir.
2- Hz. Peygamber’in sünneti ve hadisleri tekrar sınıflanmalı ve hiç bir zaman Kur’an’a ilave yapmak için ona eş tutulmamalıdır.
a) İmam-ı Şafii’nin şu görüşü iyi incelenip anlaşılmalıdır: “Hz. Peygamber’in her dediği şey ancak Kur’an’dan anladığıdır” (9).
b) Hz. Peygamber’in siyasi ve idareci olarak, kadı olarak ve bir insan olarak söylediği sözler arasındaki değerlendirme yeniden ele alınmalıdır.
c) Hz. Peygamber’in sözleri ve sünnetleri arasındaki ihtilaf ve tenakuzlara neshi sokmadan her birini bulunduğu şartlar içinde ayrı ayrı değerlendirmelidir ve her biri için topluma veya toplumun bir durumuna cevap vereceği düşünülmelidir.
d) Hz. Peygamber’in sözleri ve sünnetleri bulundukları şartlar içinde değerlendirilip kendilerini aynen örnek almayıp amaçlarının tahkik edilerek benzer ihtimallere gitmeye cevaz verilmelidir.
e) Hz. Peygamber’in sözleri ve sünnetlerine dayanarak imamların verdikleri hükümleri ve yaptıkları değerlendirmeleri yeniden değerlendirmeye almalı ve başka hükümleri çıkarmaya gayret etmeli ve fikir üretmelidir.
f) Hz. Peygamber’in sözlerinde yanıldığını sahabe ortaya koymakla ne sahabe dinden çıkmış sayılmış ne de Hz. Peygamber’in peygamberliğine bir eksiklik gelmiştir. Sahabenin döneminde yanlış olduğu ortaya konamamış olan bir hadisin sonradan yanlışlığının anlaşılması ile insanın dinden çıkması gerekmeyeceği gibi Hz. Peygamber’in de peygamberliğine bir eksikliğin gelmesinin kabulüne gidilmemelidir.
3- Sahabenin sözlerinin hiç bir surette Hz. Peygamberin sözleriyle denk tutulmaması gerektiği gibi, bunu mutlaka peygamberden duymuş olabileceği gibi yanlış bir te’vile de asla gidilmemelidir.
4- Rivayetlerdeki ihtilafa önem vermeli ve ihtimal olan yerde istidlale gidilemeyeceği kaidesi yürütülerek hadisin doğruluğu ve sağlamlığı şüphe ile karşılanmalıdır.
5- Hadis âlimlerinin ve fukahanın hadislere çok müsamahalı baktıklarını mevzu olan hadise çoğu kez zayıf demekle onu sahih olmaya yaklaştırıp ona bir nebze de olsa meşruluk tanıdıklarını göz önüne almalıdır.
6- Her ravinin ideolojisi, siyasi tutumu, anlayış ve tahsil durumu ve çevresi incelenerek ona göre rivayetini ele almalıdır. Her sahih denilen hadis sahih olmayabilir, kaidesini unutmamalıdır. İslam en büyük sıkıntıyı hadisten çekti, hala da çekmektedir.
7- İmamların sözlerine değil, delillerine bakılmalı ve delilleri de tartışılmalıdır.
8- Yeni usul kaideleri koyma yönüne gidilmesi düşünülmeli ve buna iyi niyetle cesaret edilmelidir.
Şimdi değişmesi gereken bir kaç fıkhi meseleden örnekler verelim:
1- Günde beş vakit farzların önünde ve sonunda bulunan önceleri da sünneti müekkede denilen artık, fazla namazların yerlerini değiştirmeli ve bunların nafile olduğu, nafilenin de zamanı, mekânı ve sayısı olmadığını ortaya koymalıdır. Nafile namazın hiçbir işi, gücü olmayan, yaşlı insanları meşgul etme oldukları açık açık anlatılmalıdır. Vazifeye, derse, otobüse, dükkâna, işe zamanında gitmenin farz namaz gibi önemli olduğu, gecikildiği dakikaya tekabül eden haksız kazanç olduğu vurgulanmalıdır.
2- Cuma günleri iki ezandan biri ictihadidir ve artık gereksizdir, Zuhru ahir diye uydurulan namaz kaldırılmalıdır. İbadetlerde bu yanlış uygulamanın akli ve nakli delili yoktur. Zamanımızda bütün hayatı durdurduğu her an yaşanan bir durum olduğu için saniyeye bile değer verilerek şekli ve vakitli ibadetler ona göre ayarlanmalıdır.
3- Müslümanların hala haysiyet ve şerefi ile oynayan üç talakla boş ol yani bir sözle üç boşu verme hükmünün yanlışlığı açıkça anlatılmalıdır. Hala yaygın bir boşama usulü olan bu yol Hz. Ömer’in bir içtihadına dayanmaktadır, geçersizliği vurgulanmalıdır. Fukaha istediği zaman hadise ve ayete istediği manayı verip, te’vil getirdiği halde on dört asırdır, aileleri perişan eden bu tür boşamanın yanlış olduğu artık anlatılmalı ve halkın şerefine önem verilmelidir. Bir içtihattan dolayı tarih boyunca ve günümüzde kentlerde bile bu gibi boşanmalara rastlanmakta, fıkıh kitapları mutlaka ayrılmayı öngörmekte hatta kafasızlar ve ahlaksızlar hülleyi çözüm yolu olarak göstermektedirler. Adamın hemen pişman olması da karısını boşamaya niyetli olmadığını göstermektedir. Bir ailenin yıkılmaması ve bir ailenin şerefinin bin içtihattan, daha kıymetli olduğu kabul edilmelidir. Kur’an’ın deyimiyle şerefin ve izzet müslümanlara aitttir ancak münafıklar bunu bilmezler (10)
4- Millet bu kadar geri kalmışken, fabrikası yok, silahı yok, savaş uçağı yok, okulu yok, okuyacak kitabı yok, yurdu yok, gece on ikiye veya sabaha kadar açık kütüphanesi yokken nafile olarak hacca ve umreye milyonlar harcanma saydığımız şeyleri yapmanın ömrü boyunca hac ve umre yapmasından daha önemli daha farz ve daha sevap olduğuanlatılmalı ve milletin bu servetini toplatıp bunları yapmaya özendirmeli ve halkı bu yönde irşad etmelidir. Bunu da kalpazanların, sahtekârların eline düşmekten de kurtaracak yöntemler düşünmelidir. Mesela her vilayetin nafile olarak hac yapacak hacıların parası onların gözü önünde o vilayette dediğimiz kurumlardan en çok hangisine muhtaçsa ona aktarılmadır.
5- Boşanmanın ancak iki şahidin yanında olacağı iyi anlatılmalıdır. (11)
İşte size büyük âlimlerden İmam Cüveyni ve babası Ebu Muhammed Cüveyni (438 H. 1046 M.), Ebu İshak İbrahim b. Muhammed (418 H.1027 M.), Ebu Ali Senci (430 H.l038 M.), İmam Nevevi ve İbn Salah’ın fetvası şudur: Farzı kifaye yani toplumla ilgili farzlar, farzı ayndan daha önemli ve daha faziletlidir. Çünkü farzı kifayeyi yapan, bütün ümmeti günah işlemekten, kötü yola sapmaktan korumaktadır. Şüphe yoktur ki o bütün müslümanların yerine dinin en önemli işlevlerinden birini yerine getirmiştir. (12) Bazı kimseler, Hüseyin Atay fikirlerini çok cesurca söylüyor diye tenkit ediyorlar. Halbuki görüyoruz ki Hüseyin Atay bu cesaretini geçmiş büyük âlimlerden alıyor, yine de bazan onlar kadar cesur sayılamaz.
Şimdi yukarıdaki fetvaya göre farz olan hac yerine, bulunduğu yerde müslümanların muhtaç olduğu bir şeyi yapmak daha farzdır. Namaz da farzı ayn’dır. Namaz kılma zamanında doktorun bir müslümanı ameliyat veya tedavi edip hayata kavuşturması daha önemlidir ve dinde daha büyük bir farzdır. Çünkü Kur’an’ın bildirdiğine göre bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibidir. Hacca ve umreye gidecek kimse parasıyla bir öğrenciye yardım etmesi, basılacak bir kitabı bastırması, kitaplardan kütüphanelere nüshalar alıp vermesi daha büyük bir farzdır. İşte bu gibi sosyal farzlara, kifai farzlara yönelmelidir. İslam’da farzı ayınlar, insanı sosyal hizmetlere alıştırmak için bir eğitim vasıtasıdır.
6- Kur’an-ı Kerim’in lafızlarını ve kelimelerini okumaya önem verildiği kadar, manasının öğrenilmesine de önem verilmeli ve ona göre iş yapmanın gerektiği açık açık anlatılmalıdır. Kur’an’ın lafzının öğretilmesinde ve öğrenilmesinde hiç bir şart olmadığı, abdest, gusül ve kadınların başlarını kapamak gibi şartların bulunmadığı gibi iman da şart değildir. Yoksa putpereste Kur’an nasıl öğretilecektir. Abdest, gusül sadece namaz için şarttır. Kadınların başlarını örtmeleri İslam’ın hükmüdür, ama hiçbir ibadetin şartı değildir.
İslam’da fuhşun ne kadar yasak olduğu ve lanetlendiği bilinmektedir. Fuhuş yapmakla onu yaymak, propagandasını yapmak arasındaki fark şudur: Fuhşu yapıp gizli kalıp tevbe ederse günahı affolur. Ama yayan, propagandasını yapan, ister bu işi yapan olsun isterse olmasın, azaba duçar olur. Daha da acısı, kendisi yapmadığı ve reklam da etmediği halde başkası tarafından yapılmasına gönülden razı ise ve Müslümanlar arasında yayılması hoşuna gidiyorsa, dünya ve ahirette can yakıcı bir azaba uğrayacağının anlatılması gerekmektedir.(13)
8- Dinde kolaylık üzerinde durulmalıdır. Yüce Allah Kur’an’da kolaylık ve zorluk çıkarmamakta olduğunu, Hz. Peygamberin de aynı yolu tuttuğu bildirildiği halde, ayak takımı, din kültürü ve bilgisi çok sığ olanlar, dinde zorlaştırılmayı ve en temel ilke haline getirmiş ve millete mal etmekte başarı ya ulaşmışlardır. Aklı başında olduğu sanılan alimler de bu zorlamayı ellerinden geldiği kadar yapmaktadırlar. Hadise dayanmak en basit bir şey, Hz. Peygamberin ağzından bir hadis uydurmak gayet kolay hemen herkes incelemeden, araştırmadan Kur’an’la ve felsefesiyle uyuşup uyuşmadığına bakmadan hadisi alıp nakletmek, bilgiçlik taslamak en çıkar yol olmuştur. ‘İbadetlerin en faziletlisi en zor olandır.’ diye nakledilen hadisin aslı astarı olmadığını İbn el-Kayyum söylemiştir. Ama tutmuş Aliyyülkari “Büyük Uydurmalar” el-Mevzu’at’ül-Kübra adlı kitabında manasının doğru olduğunu söylemesi akıl alacak bir savuma değildir.(14) İşte dinde zorluk açık ve seçik olarak reddedildiği halde böyle uydurma hadisler te’vil edilerek zorlaştırma esas ilke haline getirilmiştir. Dinde esas ve şaşmaz ilkeleri Kur’an’la, akılla ve sağlam hadisle ortaya koyup aykırı olanları düzeltme cihedine gitmek farz-ı kifayedir. Genç bir hanımın bana yazdığı bir mektuptaki şu ifadesini buraya almak istiyorum: “Sizin kitabınızı okuyunca huzura, rahata kavuşuyorum yapabileceğimi öğreniyorum.” İşte kolaylığın en veciz ifadesi, herkese daha çok Müslümanlık yaptırabilmektir. Bu da Müslümanları çoğaltacak ve daha bağlı olmalarını sağlayacaktır. Maşallah bir takım din görevlileri dinden nefret ettirme ordusu gibi hareket etmektedir.
9- İslam’da, “her koyun kendi bacağından asılır” kaidesi hiç kimse “İnsan başkasının yükünü çekmez, yani sorumluluğunu taşımaz, insan için ancak çalıştığı kadarı vardır” (15) ayetlerine dayandırılarak, başkasının yaptığının sorumluluğundan kaçmak yalnış anlaşılmaktadır. Bir insanın bir işle ilişkisi üç şekilde olur:
a) O işi kendisi yapar,
b) O işin yapılmasına sebep olur,
c) O işin yapılmasına sevinir, hoşuna gider.
Bu üç durumda da insan sorumlu olur. Burada önemli olan (c) bendidir. Başkası yaptığı halde ve kendisi sebep olmadığı halde yapılan kötü her işe, haksızlığa, zulme razı oluyorsa ve bunlar onu sevindiriyorsa, gönlünden onları alkışlıyorsa en büyük sorumluluğu yükleniyor ve ateşe atılacağı, Allah’tan başka onu kurtaranın olmayacağı Kur’an’ın en sert uyarılarından olmak üzere (16) anlatılmaktadır. İslam’da “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” deyimi temelinden reddedilmiştir. İslam’da vurdumduymazlık bana ne! deyimleri geçersiz ve dahası günahtır. İşte zikrettiğimiz bu a,b,c bentleri İslam’ın ana ilkeleri ve Kur’an ayetleridir.
Millet zulümden, haksızlıktan açlıktan kırılıp dururken, bir müslümanın bunları yapmaması veya bunlara sebep olmaması yetmez, onları yapanları lanetlemesi ve onlara öfke duyması, gönlünden buğzetmesi İslam’ın esas hükümlerindendir. Buna kamu vicdanı denir. Kamu vicdanında lanetlenen ve öfke duyulan bir iş yapılamaz. Müslümanlar bu vicdanı da kaybetmiş bir durumda; oh! ne güzel yapmış, aferin adama! gibi ifadeler kullanması cehennemlik olmasına ve Allahsız kalacağına delalettir. İslam’ın bu sosyal temel ilkeleri, millete, açık yetenekli kişilerce anlatılmalıdır. Zulmün karşıtı ve nakizi olan adalete Kur’an’ın ve peygamberin verdiği önemi de iyi anlatıp vurgulamak nasıl bir şey olduğunu olaylarla belgeleyerek anlatmak, dindeki değerini belirtmek farzdır. Bunların namaz farzından önce geldiğini bildirmek de farzdır. Çünkü içine helal ve haram girmektedir.
10- On dört asırlık İslam tarihinde ahlak bir ilim haline getirilecek şekilde nazariye ve kural olarak ortaya konmamıştır. Bazı ahlak kitapları yazılmışsa da ilmi bir disiplin haline getirilmemiştir. İslam ilimleri terimi ile söylersek ciheti vahdeti olan bir ilim olarak yazılıp çizilmemiştir. Oysa İslam ahlaktan ibarettir, denecek kadar ahlak Kur’an’ın ilkelerini içine alır. Ahlak, insan davranışlarının bütün kurallarını koyar. Bütün kanuni davranışlar, hareketler, insanın hareket ve hareketsizliği ahlak kapsamına girer. Müslüman toplumların bir fıkıh sistemi, bir kelam sistemi, bir usulü’l-fıkh sistemi, bir tasavvuf sistemi olduğu halde bir ahlak sistemi yoktur. Oysa ahlak bütün bu sistemlerdeki davranış ve fiillere yön verecek bir sistemler ve felsefeler bütünüdür.
Zamanımızda bütün insan faaliyetleri hep kanunlara göre yürütülmeye ve düzenlenmeye çalışılıyor. Ama ahlak, kanuni faaliyetleri de içine alacak şekilde görünürdeki ve görünmezdeki insan davranışlarına yön verir. Toplumda amir ahlakı, memur ahlakı, patron ahlakı, işçi ahlakı öğrenci ahlakı, öğretmen ahlakı, ticaret ahlakı olmadığı için toplum gayesiz bir nihilizme gitmektedir. İşte bütün bu ahlak türlerini ele alacak, inceleyecek, ilmini yapacak İslam’ın ahlak görüşlerini toparlayacak olanlar İslam’ın filozof ve âlimleridir. Milletin, devletin en büyük görevi bunları yetiştirmesidir. Aksi takdirde nihilizm kaçınılmaz bir son olur.
11- İlme önem verme zorunluluğu vardır. İslam’da ilim imandan önce gelir. İlimsiz iman saçmalık ve hayaldir. İman sözlük anlamında tasdik ve benimseme olduğuna göre önce bilinecek sonra tasdik edilecek ve benimsenecektir. İlk üç asır müslümanları birbirlerini ilimle tanımlıyor ve tanıyorlardı. Böylece ilme en üstün değeri vermişlerdi. Sonrakiler ve şimdikiler birbirlerini hep imanla tanımlıyor ve tanıyorlar. Falanca imanlıdır, parolası geçerlidir. İlk Müslümanlar, falanca imanlıdır, diye değil, filanca âlimdir parolasına önem verdikleri için İslam medeniyetini kurdular On küsür asırdır imanlı (!) müslümanlar hep hazır yiyorlar, artık her şeyi bitirdiler, yiyecek bir şeyleri kalmayınca, düşmanlarından dayak, tokat yiyorlar, gene de akılları başlarına gelmiyor, ne iştir, bilinmez.
İlim öğrenmenin yolu elbette kitap okumakla başlar. Ama sırf kitaptakini ezberlemek, hep öğrenmede kalmak olur, böyle kitaba bağlı kalan âlim olamaz. Kitabın dışına çıkmak lazımdır. Kitabın dışına çıkmak ancak ilim yapmakla olur. İlim okumak ve öğrenmek ile ilim yapmayı birbirinden ayırmak lazımdır. Mukallitler hep ilim okudular ama ilim yapmadılar. Kitapta böyledir, demek ilim değildir, ilim kitaptaki yanlıştır, diyebilmektir. Kitaptakinin yanlış olduğunu diyecek kadar ilme sahip olmayan kimse, sahip olan kimseyle tartışma hakkına da sahip değildir. Kitabı aşana kitap delil getirilemez. Kitaba bağlı kalan ve onun dışına çıkamayan kimseye Külliyatü’ş-şeriadaki hocanın ifadesi ile, Kitaba mahkum, yani kitap kendisine hâkim olan kimse denir. Yine aynı hocanın ifadesiyle kitaba hâkim olana âlim denir. Kitabı okuyup anlamak, insanı malumat sahibi yapar, âlim yapmaz, ama kitabı okuyup kitapta olmayanı anlayan âlim olur, âlim ünvanını alır. Malumat sahibi bilineni öğrenir âlim ise bilinmeyeni bilir, bilinenden bilinmeyeni öğrenir. İşte on bir asırdır taklitçi zihniyet hep bilinenle meşgul olmuş, yeni şeyleri bilmeye çalışmamıştır. Zamanımızda bilineni de bilmeyenler allame, bilgiç kesilmektedirler. İslam’ın belini doğrultamamasının sebebi bu bilmediklerini bilmeyen yani mürekkep yalamış cahiller yüzündendir. Onlar millete de, devlete de, siyasete de hâkimdir. Biz ilim dediğimiz zaman ilim yapan, kitaplara hâkim olan âlimin ilmini kastediyoruz. İslam dünyasında herkes ilmi över, ama âlime düşman olunur. Âlim yetişmez, millet de âlimin şahsiyetini koruyamaz, şamar oğlanına çevirir. Halkı ilim adamını sevmeye, ona yardım etmeye, her türlü imkânı sağlamaya çağırma, teşvik etme dindarların dini görevidir. Hükümete iş bırakılırsa olacağı budur.
12- İslam’da tebliğ ve irşad nazariyesi: Kur’an’ı Kerim insana şu üç şeyi getirmiştir: Neyi, niçin, nasıl yapacağını öğretmek.
a) İnsan ne yapacak. Dürüst olacak, adil olacak ve adalet dağıtacak insanları tek bir ailenin fertleri Allah’ın kulları kabul edip onlara yardım edecek onlarla yardımlaşacak, kimsenin hakkına saldırmayacak ve başkasının kendi hakkına saldırmasına fırsat vermeyecek, kimsenin sırtından geçinmeyecek, çalışkan, işinde maharet sahibi, ahlaklı yani, nezaketli ve disiplinli olacak. İşte Kur’an tarafından insanın yapması istenen şeyler bunlardır.
b) İnsan bunları niçin yapacaktır? İnsan ilerisini düşünen ve geleceğini en üstün şekilde teminat altına almak isteyen bir varlıktır. Bunları yapmakla insanlığın üst derecelerine çıkacak ve böylece mutluluğu elde edecektir. İnsanın en büyük amacı en mutlu olmaktır. Bu dünyada mutlu olmaya, bunları yaparak ulaşacağı gibi, bunları elinden geldiği kadar en iyi yaptığı takdirde ölümden sonraki hayatta da mutlu olacaktır. Bu mutluluklara, ulaşabilecek, bu mutlulukları verecek Allah’a da kendini beğendirecektir. İşte en büyük mutluluk insanın kendisini Allaha beğendirmesinde yatmaktadır.
c) Şimdi buna insan nasıl ulaşacaktır? İşte Kur’an’ın asıl amacı; insana bu yolu, yöntemi ve nasılı anlatmak ve göstermektir. Ama Kur’an insanın neyi, niçin ve nasıl yapabilmesinin ilimle mümkün olacağını bildiği için, önce insana okumayı tavsiye etmiştir. İnsan okumakla ilim öğrenecek ve bu ilimle bu üç meseleyi halledip mutluluğa ulaşacaktır. İlim öğrenmesine Kur’an çok titizlik gösterir ve bilmediği şeyi bilenden öğrenmesini emretmektedir. Kur’an öğrenmeyi ve okumayı insanın arzusuna ve keyfine bırakmaz, onu dini bir vecibe ve en önemli bir görev olarak insan yükler. Müslüman ilim öğrenecek, bilmediğini bilene sorduğu zaman, bilen de bildiğini öğretmekten kaçınmayacak, işte bunu Kur’an ayetiyle bir hüküm olarak ortaya koymuştur yani bilen ilmini saklamayacaktır (17). Kur’an öğrenme ve öğretmeyi isteğe bağlı kılmamıştır. İnsan mutlaka öğrenecek ve öğretmeni de bildiğini söylemekle sorumlu tutmuştur. Kur’an, insanı öğrenmeye teşvik ederken, önündeki engelleri de kaldırmakta ve öğrenme şartlarını hazırlamaktadır.
Ayrıca Kur’an, insanları irşad etmek, onlara yol ve yordam göstermek için herkese şamil olmak üzere emir çıkarmaktadır. Ne var ki bu emrin nasıl yapılacağından hareket edilerek, bu irşad ve iletişimi yapacakların nitelikleri ortaya çıkıyor. Kur’an herkese değil, ama ilim sahibi, hikmet sahibi, konuşması etkili olan ve nezaket ve terbiye ehli insanlara Allah’ın yoluna davet etmeleri gerektiğini emretmektedir. Kur’an hikmetle çağır, demekle hikmeti bilmeye de emir veriyor. (18) Hikmet kelimesi çok güzel seçilmiş bir kelimedir. İçinde iyi düşünme, faydalı ve ölçülü davranma, ilim ve iyi ahlak anlamları bulunmaktadır. Bunları bilmeyenin irşatla görevlendirilmesi cinayet ve Kur’a’na muhalif değil midir? İslam dünyası bu muhalefeti sürdürmektedir. Bunlar, akıllı kimseleri, düşünmek isteyenleri dinden uzaklaştırmakta başarıya yürümekte ve kabahati de düşünenlere atmakta mahirdirler. Ama cehaletlerini bilmiyorlar ve kendileri dini görevi kötü kullanıyor ve kullandırıyorlar. Kur’an’a zıt olan yol, yöntem ve yanlış bilgi ile Kur’an’a ve İslam’a hizmet edilmez. Samimi müslüman ne yapacağını öğrenir, düşünür, yapar. Kur’an, “bir güzel öğütle çağır” diyor. Öyle ise güzelin ne olduğunu, öğüdün ne olduğunu ve bunu ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını bilmeyen beceriksiz, cahil kekeme, tutuk ve sakat kimselerin Osmanlı döneminde 1914 yılında açılan vaizlik medresesine (Medresetü’I-İrşad) bile alınmadığına (19) dikkat ederek, güzel öğüt verecek insanları yetiştirmeye gitmek gerekmektedir. En güzel şekilde tartışabilmek için mantığı, felsefeyi ve düşünme yollarını, tartışma yöntemlerini bilmekten başka çare yoktur. En güzel şekilde tartışmak için cedel ve belağatı, hitabeti ve adab-ı münazara ilmini iyi bilmek gerekmektedir.
İslam dünyası İslam dinini yabancılara, ilerlemiş milletlere anlatması bir yana vatandaşına anlatmaktan aciz kalmıştır. Bunun sebebi siyasiler ve idarecilerdir. Bu idarecilerin içinde Diyanet Teşkilatındaki idarecileri öncelikle zikretmek ve sorun tutmak dindar ve samimi müslümanın görevidir ve bunu düzeltmek için gerek siyasilere ve gerekse idarecilere bunu anlatması ve ıslahını ısrarla istemesi emr-i bi’l-ma’rufun içine girdiğini bilmesi lazımdır.
Sonuç olarak, geleneksel din, yani fukahanın anladığı din ile Kur’an’ın anlattığı din arasında fark olduğunu bilmeli, din ile din kültürünü, diğer bir deyimle fıkıh ile şeriatı birbirinden ayırabilmeli, dini çalışmaların ve araştırmaların yapılmasına maddi imkân ve manevi hürriyet tanımalı ve ona göre çalışmalara iyi niyetle hız verilmelidir. Hz. Peygamber’in içtihatları da dâhil hiç bir içtihat din değil, din kültürü yani alternatifi düşünebilecek bir fikir kabul edilmeli, dini nas sadece vahiy olup onun doğru anlaşılmasına bakılmalı, yegane ölçü vahiy (Kur’an) ve akıl alınmalıdır.
Son olarak burada şu beş cümleyi tescil ederek okuyuculara iletmek ve üzerinde düşünmelerini önermek istiyorum:
a) Fıkıh hayattan çekilmiş, bütün olarak tarihe geçmiş ve tarih olmuştur,
b) Kur’an yaşıyor ve insanları irşada devam ediyor,
c) Fukaha ölmüştür ve bize büyük bir din kültürü serveti bırakmıştır. Allah mekânlarını cennet etsin,
d) Allah hayyun la yemüt’tur. Ezeli ve ebedi hayata sahiptir. Kâinatı yönetiyor insanları koruyor, aydınlatıyor.
e) Yeni fukahaya ihtiyaç vardır. Allah yetişmelerine ve çoğalmalarına yardım etsin.
DİPNOTLAR:
1) El-Mu’cemü’l-Vasit 2/760; Rağıb İsfehâni, Müfredat; Kur’an 422, İbn Faris, Mu’cem-i Mekâyisi’l-lüga 5/17, Ş.Sami Kamus-i Türkî 427
2) Maide 5/12; Zümer 39/63
3) Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdü’l-Fühûl,233
4) Ş.Sami, bu kelimeyi (kâf) ile yazıp kilit olarak Yunanca’dan geldiğini söylemektedir. James W. Redhouse, Turkisc-Eng.Lex.(1569-70)de hem Türkçe, hem Yunanca demiştir.
5) Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdü’l-Fühûl,233
6) Şevkanî, a.g.e. 236
7) Cemalettin Ebû Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Temhîd 50-51, Tahkik 984
8) İbn Hacip, Muhtasarü’l-Münteha 4, İstanbul 1307(Adud şerhi ile); Şevkanî, İrşadü’l-Fühul 3, Mısır 1347; Ebu’l-Bereket Nesefî, Keşfü’l-Esrar Şerhül-Menar 1/6 Mısır, 1306
9) Mennau’l-Kattân, Ulûmu’l Kur’an,330
10) Münafikûn, 63/8
11) Talak, 65/2
12) İmamü’l-Harameyn Ebu’l-Meâli el-Cuveynî, El-Kıyâsî, 358, Katar, 1400; Cemaleddin Ebu Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Temhîd, 75-77
13) Nur, 24/19
14) Bkz. Fahreddin Razî, el-Mahassal, el-Cüz’ûs-Sânî, el-Kısmü’s-Salis,s.10(notta)
15) Necm, 53/38-39
16) Hud, 11/113
17) Bkz. Alak, 96/1-5; Enbiya 21/7; Bakara 2/174
18) Nahl 16/125
19) Bkz. Hüseyin ATAY, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi 308, İst.1983
I. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1995.