Makaleler
Din ve Barış: Dinin Dünya Barışına Katkısı – Prof. Dr. Ahmet GÜÇ
Din ve Barış: Dinin Dünya Barışına Katkısı
Religion and Peace: The Contribution of the Religion to the World Peace
Prof. Dr. Ahmet GÜÇ
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Giriş
Özellikle 11 Eylül 2002’de ABD’deki ikiz kulelerin yıkılması, buna bağlı olarak dünyanın değişik ülkelerinde savaşların patlak vermesi ve çeşitli şiddet eylemlerinin hız kazanması bazı kimseler tarafından “din” ve “terör” kelimelerinin birlikte telaffuz edilmesine sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan, dünyanın değişik yerlerinde halen devam etmekte olan savaşlara, dine dayalı şiddet ve çatışmalara din nokta-i nazarından bakılınca veya bazı kimseler zaman zaman gerçekleştirdikleri bu şiddet ve terör eylemlerini din adına yaptıklarını söyleyince, ister istemez insanların aklına “acaba bu şiddet ve terör eylemleri din adına mı yapılıyor?” veya “çeşitli din mensupları arasında yer yer ortaya çıkan veya devam etmekte olan savaşları din mi teşvik ediyor?” gibi sorular gelmeye başladı. İşte bu münasebetle biz, “dinin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu temin etmek üzere Allah tarafından gönderilmiş kurallar bütünü” olduğu gerçeğinden hareketle, dinin insanlar arasında savaşı, şiddet ve terörü değil; bilakis barış ve kardeşliği tesis etmek üzere gönderilmiş “ilahi kanun” olduğunu düşünüyor ve bazı din tanımlarını vererek konuya açıklık getirmek istiyoruz.
- Dinin Tanımı
Şüphesiz gerek Batı’da gerekse İslam aleminde zaman içerisinde pek çok din tanımı yapılmıştır.1 Ancak biz, konumuz açısından uygun gördüğümüz bazı din tanımlarını vermekle yetineceğiz. Yapılan din tanımlarından birine göre “din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilahi bir kanundur.” Diğer bir din tanımı da şöyledir: “Din, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahi bir kanundur.” Kısmen farklı bir tanım da şöyle yapılmıştır: “Din, akıl sahiplerini şimdiki halde (dünyada) salaha, gelecekte (âhirette) felaha sevk eden Allah tarafından konulmuş bir kanundur.” Özellikle son tanımdan anlaşılacağı gibi din, insanların sadece bu dünya hayatını değil, ölümden sonraki (âhiret) hayatını da göz önünde bulunduran ve ona göre prensipler koyan ilahi bir sistemdir. Dini diğer beşeri sistemlerden ayıran en önemli özelliklerinden birisi de ölümden sonraki hayat inancına yer vermesi, insan hayatını ona göre düzenlemesi, insanı bu dünyada yapmış olduğu fiil ve davranışlarından sorumlu tutmasıdır.
Son dönem İslam âlimlerinden Muhammed Hamdi Yazır, yukarıdaki tanımları da dikkate alarak dini, “akıl sahiplerini hüsn-i ihtiyarlarıyla bizzat hayır ve nimete sevk eden bir vaz’-ı ilahi, beşerin ihtiyarî fiillerinin hayır ve saadet gayesine doğru cereyanını temin eden bir yol, bir kanun, bir âmil-i manevi” şeklinde tanımlamıştır. Ayrıca İslam kavramının da belli başlı anlamlarına işaret ettikten sonra, Müslüman bilginlerin geleneksel din tanımlarıyla İslam kavramı arasında açık bir uyum olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü geniş anlamda İslam “teslimiyet, kurtuluş” gibi manaları yanında, “karşılıklı güven ve barış” anlamına da gelir. Din de insanlar arasında ihtilaf ve çekişmeleri önleyerek karşılıklı güven ve barışı temin eden bir kanundur. Nitekim, “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin…”2 ayetinde İslam’ın aynı zamanda “barış ve güvenlik” anlamına geldiği belirtilmektedir. Dinde yalnız insanlar arasında değil, insanlarla Allah arasında da bir ahid ve barışıklık vardır. Bu sayede yaratıcının iradesiyle yaratılmışların iradeleri arasında uygunluk sağlanmış olur.3
Şu halde din, insanlığın dünya ve âhiret saadetini temin etmek için gönderilmiş “ilahi bir kanun”dur. Peygamberler aracılığıyla tebliğ edilmiş bütün dinler Allah’tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmışlardır. İlk insan olan Adem (as) aynı zamanda ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir. Kendisine bildirilen din de tevhid dinidir. Allah’ın varlığı, birliği, zât ve sıfatları açısından O’nun mükemmelliği ile nübüvvet ve âhiret inancı gibi temel itikâdî prensipler, bütün ilahi dinlerde değişmez ilkeler olarak yer almıştır. Bundan dolayı İslam inancına göre Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslam’dır.4 İslam aynı zamanda peygamberimiz Hz. Muhammed’in tebliğ etmiş olduğu dinin de özel adıdır.5 Dolayısıyla, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hak dinlerin ortak adı İslam olduğuna ve İslam aynı zamanda “barış” anlamına geldiğine göre, bütün dinlerin ortak amaçlarından birisi de insanlar arasında barış ve kardeşliği temin etmektir. Bunu gerçekleştirecek olan ise insandır. Çünkü dinin öncelikli konusu ve muhatabı insan olduğuna göre, savaşa veya barışa karar verecek olan da insandır. İşte bundan dolayı Yüce Allah, Adem’i (as) yaratacağı zaman insan unsuruna dikkat çekmiş, yeryüzünün sevk ve idaresini ona vereceğini bildirmiş ve böylece insan unsurunu ön plana çıkarmıştır.
- İnsan Unsurunun Ön Plana Çıkarılması
- İnsanın Yeryüzünün Halifesi İlan Edilmesi
Yüce Allah Adem’i (as) yaratmadan önce meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife (ona sahip çıkacak ve bana muhatap olacak bir Adem) yaratacağım” demişti. Onlar, “Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” demişlerdi. Allah da onlara, “sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” demişti.6 Bunun üzerine Allah Adem’i (as) yarattı. Yarattığının basit bir varlık olmadığını göstermek için de onları karşılıklı imtihan etti ve “Adem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu” ve “dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!” dedi. Melekler, “ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal sıfatlarla tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin dediler.” Bunun üzerine Allah, “Ey Adem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat” dedi. Adem (as), onların isimlerini meleklere anlatınca, “Ben size, muhakkak semavât ve arzda görülmeyenleri (oradaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?”7 diyerek, Adem’in bilgisinin genişliğine işaret etmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak meleklerin bile Adem’e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki bir çok varlığa ve güçlere hakim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.8
Böylece Allah, meleklere, yaratacağı insanın mahiyeti hakkında fazla bilgi sahibi olmadıklarını; yaratacağı bu insana fıtraten muhakeme yeteneğinin verildiğini, bu yetenek sayesinde eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını çabucak söyleyiverdiğini göstermiştir. Aynı zamanda Allah, insan denen bu varlığın, meleklerde bulunmayan bir özellikle yaratılacağına da dikkat çekmişti. Bu özellik Allah’a “halife” olmaktı. O da, Allah’tan bir ruh taşıma imtiyazından kaynaklanmaktaydı.9 Aynı zamanda, “Allah’ın vekili, yeryüzünde O’nun hükümlerini yaşatan, uygulayan, dünyayı imar, insanları idare ve terbiye eden, dünyadaki diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri altına alan”;10 yeryüzünün tasarruf ve hakimiyetini elinde bulunduran; “dünyanın varisi” gibi manalara gelen “halife” terimi, insanın yeryüzündeki meşru hakimiyetini göstermek için kullanılmıştı. Bu da en uygun olarak, mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması anlamında, “yeryüzünde ona sahip çıkacak ve orada Allah’ın iradesini temsil edecek birisi” şeklinde ifade edilmişti. Daha sonra da bütün insanlardan “yeryüzünün halifeleri” olarak söz edilmiş; böylece, yeryüzünün tasarruf ve hakimiyetini insan adı verilen bu varlığın elinde bulunduracağı bildirilerek, aynı zamanda insanın sorumluluğunun büyüklüğüne ve üstünlüğüne vurguda bulunulmuştu.11
- İnsanın Üstünlüğüne Vurguda Bulunulması
Daha sonra Allah, Adem’i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman insanın, kavramsal düşünme yeteneğine ve muhakeme gücüne sahip olma konusunda meleklerden bile üstün olduğunu göstermek için meleklere, “(Haydi) Adem’in önünde secdeye kapanın!” dediğinde İblis dışında hepsi secdeye kapandı, o ise bunu reddetti ve (üstelik) küstahça böbürlendi: Böylece hakkı inkar edenlerden oldu.12 Böylelikle yaratılışın başlangıcında üç varlığa dikkat çekilmişti. Bunlar: İnsan, melek ve şeytandı. İnsanın varlığına ilk itiraz meleklerden gelmiş, bunun üzerine Allah, onlardan eşyanın isimlerini söylemelerini isteyerek bir nevi onları imtihan etmiş, onlar da âcizliklerini itiraf etmişlerdi. Ancak Allah bununla da yetinmedi, Adem’e secde etmelerini ve böylece onun ve onun şahsında insanın üstünlüğünü kabul etmelerini istemişti. Bu defa melekler Allah’ın bu emrini tereddütsüz yerine getirmişler ve böylece imtihanı da kazanmışlardı. Çünkü onlar; mahiyetleri gereği büyüklük duygusuna kapılmazlar ve Rableri tarafından kendilerine emredileni harfiyen yerine getirirlerdi.13
Adem’e secde konusunda asıl büyüklük duygusuna kapılan İblis olmuştu. Dolayısıyla insan varlığına ikinci itiraz İblis’ten gelmişti. Onun itirazının sebebi de insanın üstünlüğünü kabul etmemekti. Buraya kadar, insan adı verilen bu varlıkla melekler ve İblis imtihana tabi tutulmuş, melekler bu imtihanı kazanmış, İblis kaybetmişti. Şimdi sıra insanın İblis’le imtihan edilmesine gelmişti. İşte bundan dolayı Allah, Adem’i uyarmış ve: “Ey Adem! Sen ve eşin (Havva) beraberce Cennete yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde Cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın…”14 demişti. Fakat şeytan orada ikisini de yoldan çıkardı ve böylece sahip oldukları konumu yitirmelerine sebep oldu. Bu yüzden kendilerine, “inin, (bundan böyle) kiminiz kiminize düşman olarak yaşayın ve yeryüzünü bir müddet için mesken edinip orada geçiminizi sağlayın” denildi.15 Şeytan, aslında insanın ebediliğine karşı olmasına rağmen, “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz yahut (Cennette) ebedi kalacaklardan olursunuz diye yasakladı”16 ve “Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”17 diyerek, güya ebedilik duygusunu onlara aşılayarak onları yanıltmıştı.
Bu defa Adem İblis’in iğvasına kapılarak Cennet hayatından mahrum olmuş ve böylece halifesi ve mirasçısı olduğu dünya hayatı başlamıştı. Allah’ın şu kesin emriyle de insanın hayat hikayesi başlamıştı: “Dedik ki, hepiniz Cennetten inin! Şayet benden size bir hidayet gelir de her kim ona tabi olursa (göndereceğim peygamberlere uyup benim emirlerimi tutar, yasaklarımdan kaçarsa) onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmezler.”18 Bu ayetten de anlaşılacağı gibi Allah, insanın dünyada korkusuzca, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayabilmesi için, hidayet rehberi olarak göndereceği peygamberlerine ve onlar vasıtasıyla bildireceği emir ve yasaklarına tabi olunmasını arzu etmiştir. Ayrıca Adem’in hata ve cezasının da ferdi olduğunu bildirmiştir.19
- Peygamberler Vasıtasıyla Emir ve Yasakların Bildirilmesi
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle insan, Allah tarafından “en güzel bir kıvamda yaratılmıştır.”20 Hz. Adem’den itibaren bütün insanlar, Allah tarafından gönderilen tevhid dininin esaslarını kavrayıp benimseyecek ve hayatlarını bu esaslara göre düzenleyecek seviyede zihnî, ruhî ve bedenî kapasiteye sahip kılınmıştır.21 Ayrıca Allah, göndereceği peygamberlere uyup emirlerini tutan, yasaklarından da kaçınan kimseler için herhangi bir korkunun olmayacağını ve onların üzülmeyeceklerini bildirmiş; ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber olarak görevlendirmiş ve böylece: 1. Allah’ı inkar etmemek, 2. Puta tapmamak, 3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınmak, 4. Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak; bütün münasebetlerde âdil ve dürüst olmak, 5. Kan dökmemek, 6. Hırsızlık yapmamak şeklindeki ilk emirlerini ilk insan aracılığıyla bildirmiştir.22
Görüldüğü gibi bu altı emirden sadece ilk ikisi ulûhiyetle ilgili olup geri kalanlar insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemeye yöneliktir. Dolayısıyla, daha başlangıçtan itibaren insanlar arasındaki iyi ilişkileri sürdürmeye ve toplumsal barışı tesis etmeye yönelik prensipler konulmuştur. Hemen hemen bütün dinlerce benimsenen ve insanın kutsal kabul edilen canı, malı, namusu gibi evrensel prensiplerin bütün insanlar için geçerli olduğu ta Adem (as) zamanından itibaren benimsenmiştir. Bu prensiplere riayet edilmezse toplumsal barış zedelenir ve insanlar arasında kin ve düşmanlık yaygınlaşır. Nitekim Adem’in (as) oğullarından Kabil’in dökmüş olduğu kan, insanlar arasında süregelecek olan kin ve düşmanlığın ilk tohumunu yeşertmiştir.
- Yeryüzünde İşlenen İlk Cinayet: Kabil’in Habil’i Öldürmesi
Her ne kadar Allah, Adem’i (as) yaratacağını meleklere bildirdiğinde, onların, “Sen yeryüzünde kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” şeklindeki itirazlarını doğru bulmamışsa da, sanki meleklerin bu endişesi çok geçmeden hem de Adem’in (as) oğulları arasında gerçekleşmiş; Kabil, işlemiş olduğu bu cinayetle melekleri biraz haklı çıkarmış gibiydi. Şüphesiz meleklerin ve dolayısıyla bizim bilmediğimiz, fakat Yüce Allah’ın bildiği pek çok şey vardı! Kabil’i, kardeşi Habil’i öldürmeye sevk eden şey ise, tek kelimeyle “kıskançlık”tı.23
Peygamber Efendimiz de Kabil’in işlemiş olduğu bu cinayete: “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun kanından Adem’in birinci oğluna bir pay ayrılmasın. Zira cinayeti âdet edenlerin ilki odur”24 şeklindeki sözleriyle işaret etmiştir. Bu hadisten anlaşılacağı gibi, cinayetler Kabil’den sonra da devam edecekti. Hem de bazı kimselerin kanı “haksız yere” dökülecekti. Fakat Kabil gibi olmak insanlığın kaderi değildi. Çünkü Habil gibi olmak da mümkündü ve arzu edilen de Habil gibi olmaktı. Aynı zamanda Habil ve Kabil bir şeyleri temsil ediyorlardı. Daha doğrusu Habil uysallığı, iyi huyluluğu, emre itaati ve takvayı; Kabil ise kaba kuvveti, kan dökücülüğü ve emre itaatsizliği temsil ediyordu. Çünkü Adem’e verilen emirler arasında “kan dökmemek” de vardı. Kabil buna riayet etmemişti. İşte bundan dolayı Allah, “sizin bilmediğiniz pek çok şeyi ben bilirim” derken, insanı sadece “kan döken bir varlık” olarak değerlendirmenin yanlış olduğuna, bunun Habil’e ve Habil gibilere yapılacak bir haksızlık olduğuna dikkat çekmek istemişti. Zira esas olan Habil gibi olmaktı.
Şu halde Allah, ilk insan Adem’i yarattığında ona gerçekleri vahyetmiş ve doğru yolu göstermişti. Nitekim Adem’in torunları uzun bir süre onun yolundan gitmişler ve hepsi de bir ve aynı ümmete bağlı kalmışlardı. Fakat sonradan yeni yollar ve sapık dinler icat etmişlerdir. Yoldan sapan bu insanları kötülüklerinden alıkoymak için Allah, onlara doğru yolu gösteren peygamberler göndermeye devam etmiştir. Bu peygamberler, doğru yoldan sapanları insanlığın ilk ve gerçek dinine ve insanın yeryüzündeki hayatına ilk başladığı zaman, Allah’ın hidayeti üzere kurulan tek ümmet haline döndürmek için gönderilmişlerdir. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitaplar da indirdi…”25 Yani, bir taraftan insanın düşünce hayatı daha da karmaşık/zengin hale gelirken, diğer taraftan duygusal kapasitesi ve bireysel ihtiyaçları da daha fazla farklılaştı; düşünce ve menfaat çatışmaları öne çıkmaya başladı ve insanlık, hayat görüşü ve ahlaki değerleri açısından “bir tek topluluk” olmaktan çıktı: İşte ilahi rehberlik bu aşamada zorunlu hale geldi. Nitekim sahabeden Abdullah b. Mes’ûd, yukarıdaki ayeti, “bütün insanlık tek bir topluluktu, sonra farklılaşmaya başladılar -bunun üzerine Allah- peygamberler gönderdi” şeklinde yorumlamıştır.26 Yine Kur’ân-ı Kerim’de, bu peygamberlerin hepsinin birbirlerine manevi açıdan da bağlı bulundukları ve aynı biricik temel hakikate inandıkları gerçeğine şöyle işaret edilmiştir: “Gerçek şu ki Allah, Adem’i ve Nûh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı. Tek bir soy zinciri halinde. Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”27
Görüldüğü gibi bu ayette zikredilen isimler, sonuç olarak Kur’ân’da zikredilen bütün peygamberleri içine alır. Çünkü onların çoğu, bu atalardan ikisinin veya daha fazlasının soyundan gelir. Ayrıca bu ayette, Adem’den (as) sonra sıralamada Nuh’a (as) yer verilmiştir. Bilindiği kadarıyla Adem’e (as) verilen altı emir, bir ilave ile Nuh Peygamber’e de verilmiş ve “Nuh’un Yedi Kanunu” şeklinde bilinegelmiştir.
- Nuh’un (as) Yedi Kanunu
Nuh Peygamber’in gerek insanlık gerekse peygamberlik tarihinde önemli bir yeri olduğu gibi, Nuh (as) ve sonrası dönemde gelişen bazı dinî ve toplumsal olayların da konumuz açısından önemi vardır. Çünkü zamanın akıp gitmesiyle insanlar çoğalmış ve millet hayatı başlamıştı. Adem (as) zamanından Nuh Peygamber’e gelinceye kadar toplumsal barışı zedeleyici türden en önemli gelişme Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi hadisesi olduğu halde, başlayan bu yeni hayat biçimiyle birlikte inanç yönünden önemli sapmalar olmuş ve Nuh milletinin sosyal yapısında önemli değişiklikler meydana gelmişti. Bunun üzerine Allah, Nuh’a (as), peygamberlik göreviyle birlikte: 1. Allah’ı inkar etmemek, 2. Puta tapmamak, 3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınmak, 4. Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak; bütün münasebetlerde âdil ve dürüst olmak, 5. Kan dökmemek, 6. Hırsızlık yapmamak ve 7. Canlı hayvandan et koparıp yememek28şeklindeki -ilk altısı daha önce Adem’e (as) de verilen- yedi emri veya kanunu vermiştir.
Dikkat edilecek olursa, Nuh Peygamber’e verilen yedi kanundan da sadece ikisi ulûhiyetle; dördü insanlar arasındaki iyi ilişkileri sürdürme ile ilgili olup, bir tanesi de hayvanlara eziyet ve işkence yapmamaya yöneliktir. Konu ile ilgili bir ayette de, bütün vahiylerin gerisindeki manevi ve ahlaki prensiplerin değişmez ayrılığına şöyle işaret edilmiştir: “Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye, din olarak Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi…”29 Ayrıca bu ayette, “farklı toplumların zaman içinde değişen şartlarıyla uyumlu olarak getirilen özel durum ve uygulamalar” ile ilgili bütün farklılıklara rağmen tek Allah inancına dayanan bütün dinlerin evrensel bütünlüğüne de açıkça dikkat çekilmektedir.
Daha önce de ifade edildiği gibi, Adem (as) zamanında toplumsal barışı zedeleyici türden en önemli gelişme Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi hadisesi olmuşsa da, Nuh (as) zamanında gelişen olaylar daha çok ulûhiyetle ilgiliydi. Çünkü Nuh kavmi puta tapmaya ve dolayısıyla Allah’ı inkar etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Allah, “kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar diye Nuh’u kendi kavmine gönderdi.30 Nuh (as), Allah’a kulluk etmeleri, O’ndan korkmaları ve kendisine itaat etmeleri konusunda kavmini uyardı ve onları gece gündüz imana davet etti. Fakat onun bu çabası yetmedi, bilakis Allah’tan daha da uzaklaştılar. Onların içerisinde Nuh’un davetine ayak direyen kibirli kimseler vardı. Sonra kavim, malı ve çocuğu kendi ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan kimselere uydular ve o kimseler de, büyük hileler, büyük desiseler kurdular ve: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Vedd’en, Suva’dan, Yeğus’tan, Ye’ûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!” dediler.31Nihayet Nuh (as) çaresizlik içerisinde şu duayı yaptı:
“…Rabbim! dedi. Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (ve yetiştirirler). Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman sahibi erkekleri ve kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helakini artır.”32Görüldüğü gibi Nuh (as), insanları doğru yoldan saptıran ve yeryüzünde ahlaksızlığı yayanların kafirler olduğuna dikkat çektikten sonra; özellikle ve yalnızca maddi refaha yönelmenin, uzun vadede mutlaka bütün moral değerleri ve böylece toplumun temel dokusunu tahrip edeceği gerçeğine işaret ederek, zalimlerin dünyevi hedeflerine ulaşma başarısından uzak kalmaları için Allah’a dua etmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Nuh Peygamberle ilgili olarak verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, tüm peygamber kıssalarının ve özellikle Hz. İsa ve ondan sonra Hz. Muhammed’in kıssalarının gösterdiği üzere, ilk müminlerin çoğu, ilahi mesajın, kendilerine bu dünyada daha âdil ve eşitlikçi bir toplumsal düzen; âhirette de ebedi mutluluk vaad ettiği toplumun aşağı sınıflarına mensup köleler, yoksullar ve ezilenler arasından çıkmıştır. Peygamberlerin üstlendiği görev, bütünüyle bu inkılapçı karakter sebebiyledir ki, kurulu düzeni elinde tutan, toplumun varlıklı ve imtiyazlı kişileri ve grupları katında daima hoşnutsuzluğa yol açmıştır.
- Nuh (as) ve Tufan
Hz. Nuh’un kavmi, inanmış fakir kimselere tenezzül etmiyor ve onlarla beraber olmak istemiyorlardı. Bunun için Nuh (as)’ın onları yanından kovmasını teklif ettiler. O büyük peygamber elbette cahillerin sözüne bakarak Allah’a iman etmiş, Allah katında değeri olan kimseleri yanından kovacak değildi. Daha sonra, “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize yaptığın mücadelede çok ileri gittin…” dediler.33Bunun üzerine Allah, Nuh’a, “Bizim gözlerimiz önünde vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme; çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır”34 dedi. Nihayet tufan gerçekleşti; gemiye binenler kurtuldu, binmeyenler suda boğuldu ve tufan suları çekildikten sonra Nuh’a, “Ey Nuh! Sana ve seninle beraber (olanlara; senin ve) onlar(ın soyun)dan gelecek olan (iyi) insanlara katımızdan bir barış ve güvenlik, bir bolluk bereket (vaadi) ile gemiden in…”35 denildi. Bu ayette geçen “barış ve güvenlik” sözcükleriyle aktarılan “selâm” terimi, kötü olan her şeye karşı hem iç hem de dış güvenliği ifade eder. Yani Allah, Nuh Peygambere inanan ve onun getirmiş olduğu ilahi emir ve yasakları kabul eden insanların ve onların soyundan gelecek olanların yeryüzünde “barış ve güvenlik” içerisinde yaşamalarını arzu etmiş ve ayrıca bunu vaat etmiştir.
Şu halde, Nuh Peygamberle ilgili Kur’ânî anlatımlara bakıldığında, ona her fırsatta problem çıkaran, tebliğ görevini yerine getirmesine engel olmaya çalışan, toplumdaki birtakım huzursuzlukların ortaya çıkmasına ve nihayet tufan hadisesinin gerçekleşmesine sebebiyet veren kimselerin güya “toplumun ileri gelenleri” oldukları görülecektir. Bu kimselerin ortak özellikleri ise inkarcılık, puta tapıcılık, zorbalık, yerine göre kaba kuvvete ve şiddete başvurmalarıdır. Nuh Peygamberin yanında yer alanların en önemli özelliklerinden birisi ise, emir ve yasaklara riayet etmiş ve barıştan yana tavır sergilemiş olmalarıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kıssaların nakledilmiş olmasının temel amaçlarından birisi de, bu anlatılanlardan mutlaka ahlaki derslerin çıkarılmasını sağlamaktır.
Nuh’dan (as) sonra, din ve insanlık tarihi açısından en önemli gelişme ise, insanlığın Nuh’un soyundan yeniden türemiş olmasıdır. Rivayete göre Nuh’un gemiye binmeyen oğlu dışında Ham, Sam ve Yafes adında üç oğlu vardı. Sam’ın soyundan, Yahudi ve Hıristiyanların da mensup olduğu Samiler; Yafes’in soyundan da Türkler meydana gelmişti.
Gerek konumuz gerekse günümüz dünya nüfusunun hemen hemen yarısını teşkil eden Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi ilahi kaynaklı dinler ve mensupları açısından üzerinde durulması gereken önemli isimlerden birisi de Hz. İbrahim’dir.
- Hz. İbrahim ve İbrahimi Dinler
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından en büyük ata ve temel referans noktası olarak kabul edilen Hz. İbrahim, babasının da içlerinde yer aldığı putperest bir toplumda,36 Allah tarafından tevhid inancını yerleştirmek üzere peygamber olarak görevlendirilmiştir. O, Yahudi ve Hıristiyanların iddialarının aksine, Yahudi veya Hıristiyan olmayan; Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman’dı.37 Kur’ân’da en çok söz edilen ve ismi altmış dokuz yerde geçen ulü’l-azm peygamberlerden38olup son derece ağır başlı, yumuşak huylu ve varlığını Allah’a adamış birisiydi.39Nuh’un (as) milletindendi.40 Hz. Nuh’a verilenler ona da tavsiye edilmiş,41kendisine sahifeler verilmişti.42 İnananların babası,43 Allah’ın dostuydu.44Beytullah’ın bulunduğu Mekke için dua eden Hz. İbrahim, Mekke’nin emin bir şehir olmasını istemiş,45 bölgeyi “haram” (kutsal) ilan ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda caiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştı.46
Tarih ve tefsir kitaplarının çoğunda, Bakara suresinde47 Hz. İbrahim’le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrahim’in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişi onu ateşe atan toplumun lideri Nemrud idi.48Nemrud’un lideri olduğu toplumda da bile bile zulüm işlenmekteydi.49 Hz. İbrahim, haksızlık ve zulmün alenen işlendiği bu toplumu tek Allah inancı etrafında birleştirerek onların dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek istemişti, fakat bunun karşılığında onu ateşte diri diri yakmak istemişlerdi.50 Böylece Hz. İbrahim barışı, Nemrud ve onun lideri olduğu toplum da zulmü temsil ediyorlardı. “Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: Ben seni insanlara önder yapacağım. İbrahim de, soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!) demişti. Bunun üzerine Rabbi, Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz”51 buyurarak, onun soyundan da zalimlerin gelebileceğine ve böylece kendisinden sonra da zulmün devam edeceğine işaret etmişti.
Hz. İbrahim, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam açısından da önem arz eden birisi olup “köşe taşı” mesabesindeydi. Üç dinin mensupları da ondan söz ederken “atamız İbrahim” diyor, dinî ve siyasi tarihlerini ona dayandırıyorlardı. Hz. İbrahim’in İsmail ve İshak adında iki oğlu vardı. Araplar ve bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed, İsmail’in (as); Yahudi ve Hıristiyanlar ise, İshak ve Yakub’un (as) soyundan gelmişlerdi. Bundan dolayı Hz. İbrahim’in soyundan gelenlerin mensup oldukları dinlere “İbrahimî Dinler” adı verilmişti. Aynı zamanda Yakub oğulları olarak da bilinen İsrail oğulları, Yakub (as) ve oğulları zamanında Mısır’a yerleşmişler ve dört yüz seneyi aşkın bir süre Mısır’da yaşamışlardı. Firavunların İsrail oğullarına yönelik zulüm ve işkenceleri dayanılmaz bir noktaya geldiği sırada Allah, zulüm ve taşkınlıkta haddi aşan Firavun’a da Hz. Musa ve Harun’u gönderdi. Onlara, İsrail oğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmalarını ve her şeye rağmen Firavun’a yumuşak söz söylemelerini emretti.52 Kavmini Firavun’un zulmünden ve Mısır esaretinden kurtaran Hz. Musa, onları çöle yerleştirdikten sonra Allah tarafından, kendisine Tevrat’ı ve Yahudilerin temel prensiplerini içeren On Emri vermek üzere Sina Dağı’na çağırdı.
Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda verilen Tevrat’ta İsrail oğullarına, Mısır’da maruz kaldıkları zulüm ve işkenceler sıcağı sıcağına şu şekilde hatırlatılmış ve diğer insanlara karşı nasıl davranmaları gerektiği öğretilmişti:
“Kardeşine yüreğinde nefret beslemeyeceksin. Komşun günah işlerse onu uyaracaksın. Yoksa sen de günah işlemiş olursun. Öç almayacaksın. Halkından birine kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin…”53
“Yabancıya haksızlık ve baskı yapmayacaksınız. Çünkü siz de Mısır’da yabancıydınız.”54
“Yabancıya baskı yapmayacaksınız. Yabancılığın ne olduğunu bilirsiniz. Çünkü siz de Mısır’da yabancıydınız.”55
“Ülkenizde sizinle birlikte yaşayan bir yabancıya kötü davranmayın. Ona sizden biriymiş gibi davranacak ve onu kendiniz kadar seveceksiniz. Çünkü siz de Mısır’da yabancıydınız…”56
“…Tanrınız Rab, tanrıların Tanrısı, rablerin Rabbidir. O kimseyi kayırmayan, rüşvet almayan, ulu, güçlü, heybetli Tanrı’dır. Öksüzlerin, dul kadınların hakkını gözetir. Yabancıları sever, onlara yiyecek, giyecek sağlar. Siz de yabancıları seveceksiniz. Çünkü Mısır’da siz de yabancıydınız.”57
Hz. Musa’ya verilen ve Yahudiler tarafından büyük önem atfedilen On Emir’de de şu esaslar yer almaktaydı:
- Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah benim.
- Benden başka Tanrın olmayacak. Boşlukta, yerin üstünde veya altında, denizlerin derinliklerinde mevcut olan varlıkların resimlerini yapmayacak, onlara hiçbir surette tapmayacaksın.
- Allah’ın ismini boş yere ağzına almayacaksın.
- Cumartesi (Sebt) gününü daima hatırlayıp onu kutsal kılacaksın. Haftanın altı gününde çalışacak yedincisinde istirahat edeceksin. Cumartesi günü, Allah’ına tahsis edilmiş umumi dinlenme günüdür. O gün, ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne uşağın, ne de hayvanın, kısaca hiçbiriniz çalışmayacaktır.
- Anne ve babana hürmet edeceksin.
- Öldürmeyeceksin.
- Zina yapmayacaksın.
- Çalmayacaksın.
- Yalan şahadette bulunmayacaksın.
- Hiç kimsenin evine, barkına, karısına, hizmetçisine, öküzüne, eşeğine velhasıl sana ait olmayan bir şeye göz dikmeyeceksin.58
İsrail oğullarının şiddete başvurmama ve hiçbir cana kıymama konusunda bizzat Allah tarafından uyarıldıkları Kur’ân-ı Kerim’de de şöyle haber verilmektedir: “İşte bu yüzdendir ki, İsrail oğullarına şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”59 Bütün bunlara rağmen tarih boyunca İsrail oğulları savaşlar, ihtilaller, çeşitli para oyunları ve entrikalar çıkarmış, bu gibi olaylarda rol oynamış, milyonlarca canın ve hesapsız servetin ziyan olmasına sebep olmuşlardır.
Aynı şekilde, “Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim”60 diyerek, önceki peygamberlere bildirilen hakikatlere ve Tevrat yasalarına bağlılığını ifade eden Hz. İsa da, Hz. Musa’ya verilen On Emre atıfta bulunarak, diğer din mensuplarına karşı hoşgörülü olmayı; komşuyu, hatta düşmanını bile sevmeyi öğütleyen şu meşhur sözlerini söylemiştir:
“…Kutsal Yasa’da en önemli buyruk hangisidir?” sorusuna İsa: “Tanrın olan Rabb’i bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla sev…İkinci buyruk da şudur: Komşunu kendin gibi sev. Kutsal Yasa’nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır.”61
“Atalarımıza, ‘adam öldürmeyeceksin. Öldüren yargılanacak’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kardeşine öfkelenen herkes yargılanacaktır. Kim kardeşine aşağılayıcı bir söz söylerse, Yüksek Kurul’da yargılanacaktır. Kim kardeşine ahmak derse, Cehennem ateşini hak edecektir. Bu yüzden, sunakta adak sunarken kardeşinin sana karşı bir şikayeti olduğunu hatırlarsan, adağını orada, sunağın önünde bırak, git önce kardeşinle barış; sonra gelip adağını sun…”62
“Zina etmeyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam, yüreğinde o kadınla zina etmiş olur…”63
“Yine atalarımıza, ‘yalan yere ant içmeyeceksin, ama Rabb’in önünde içtiğin antları yerine getireceksin’ dendiğini duydunuz. Oysa ben size diyorum ki, hiç ant içmeyin: Ne gök üzerine, çünkü orası Tanrı’nın tahtıdır; ne yer üzerine, çünkü orası O’nun ayak taburesidir…”64
“Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin…”65
“Komşunu seveceksin, düşmanından nefret edeceksin dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin…Çünkü Tanrı, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu? Yalnız kardeşlerinize selam verirseniz, fazladan ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyor mu?”66
“Ama beni dinleyen sizlere şunu söylüyorum: Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. Bir yanağınıza vurana öbür yanağınızı da çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin. Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile kendilerini sevenleri sever. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile böyle yapar. Geri alacağınızı umduğunuz kişilere ödünç verirseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile verdiklerini geri almak şartıyla günahkarlara ödünç verirler. Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin. Alacağınız ödül büyük olacak, çünkü Yüceler Yücesi nankör ve kötü kişilere karşı da iyi yüreklidir.”67
Hz. İsa, talebeleri ve hayranları karşısında dağın yamacına çıkarak yaptığı, Hıristiyan ilahiyatında “Dağdaki Vaaz” olarak bilinen ve Hıristiyanlık’ın üzerinde önemle durduğu ahlaki prensipleri bir defa daha ifade ettiği konuşmasında da şu gerçeklere dikkat çekmiştir:
- Ne mutlu ruhta yoksul olanlara! Çünkü göklerin egemenliği onlarındır.
- Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler.
- Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar.
- Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara! Çünkü onlar doyurulacaklar.
- Ne mutlu merhametli olanlara! Çünkü onlar merhamet bulacaklar.
- Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrı’yı görecekler.
- Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.
- Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü göklerin egemenliği onlarındır.68
- Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar.69
- Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız. Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin? Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘izin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin? Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.70
Hz. İsa, Dağdaki Vaaz’da, Hıristiyan ahlakının ana prensiplerini ortaya koymuştur. Bu prensipler, Yahudilik ve İslam’ın temel prensipleriyle de birçok noktada uyuşmaktadır.71 Keza Hıristiyanlık’ta sevginin esas olduğu ve bu sevginin işle, hakikatle olması gerektiği şöyle dile getirilmiştir:
“Sözle ve dille değil, ancak işle ve hakikatle sevelim.”72
“Sevgi Allah’tandır, her seven adam Allah’tan doğmuştur ve Allah’ı bilir.”73
“Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne kadın ayrımı vardır…”74
Görüldüğü gibi Hz. Adem’e verilen altı emir, Nuh Peygamber zamanında yediye çıkarılmış; Hz. Musa zamanında ona tamamlanmış; Hz. İsa tarafından İncillerde bu on emre çeşitli vesilelerle atıflarda bulunulmuş ve Adem’den (as) itibaren artarak devam ede gelen bu emir ve yasaklara son ve mükemmel şekli Kur’ân-ı Kerim’in özellikle En’âm ve İsra surelerinde şu şekilde verilmiştir:
“(Ey Muhammed! De ki: Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım:
- O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.
- Anaya babaya iyi davranın.
- Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.
- (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın.
- Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.
- Rüştüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.
- Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız.
- (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun.
- Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.75
Benzer emir ve yasaklar İsra suresinde de şu şekilde yer almaktadır:
- Allah ile birlikte başka bir tanrı edinme, yoksa kınanmış ve yalnızlığa itilmiş olarak kalırsın.
- Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim!, tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.
- Rabbiniz içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kişiler olursanız, şunu bilin ki Allah tövbeye yönelenleri çok bağışlayandır.
- Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya hakkını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.
- Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın. Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.
- Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
- Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.
- Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da (kısas yoluyla) öldürmede meşru ölçüleri aşmasın. Çünkü kendisine yardım edilmiştir.
- Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.
- Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir.
- Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
- Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin. Bütün bu sayılanların kötü olanları Rabb’inin katında sevimsiz şeylerdir. Bunlar, Rabb’inin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme. Sonra kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak Cehenneme atılırsın.”76
Dikkat edilecek olursa, peygamberler aracılığıyla tebliğ edilen bütün ilahi kaynaklı dinler, insanlar arasında birlik ve beraberliği, barış ve kardeşliği sağlayacak evrensel prensipler getirmiştir. Mesela Allah’ı inkar etmemek, puta tapmamak, ana-babaya itaat etmek, zina yapmamak, bütün münasebetlerde âdil ve dürüst olmak, adam öldürmemek, hırsızlık yapmamak, yalan şahitlikte bulunmamak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, kimsenin malına, canına, namusuna kötü gözle bakmamak, bütün canlılara şefkat ve merhametle davranmak gibi esaslar hemen hemen bütün dinler tarafından benimsenmiştir. Bu esasların çoğu insanlar arasındaki iyi ilişkileri, barış ve kardeşliği sağlamaya yöneliktir. Yine aynı gayeye yönelik olarak bütün dinler insanın canını, malını, namusunu ve inancını kutsal saymıştır. Hatta Peygamber Efendimiz: “Canı uğrunda öldürülen şehittir, malını müdafaa ederken öldürülen şehittir, namusu ve inancı uğrunda öldürülen şehittir” buyurmak suretiyle,77 yüce dinimizin bu kutsal değerlere ne kadar önem verdiğini göstermiştir.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…”78 buyurularak, insanların Hz. Adem ve Havva’dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşit ve evrensel manada birbirlerinin kardeşleri olduklarına dikkat çekilmiş; Hz. Peygamber de: “İnsanlar Adem’in çocuklarıdır. Adem’i de Allah topraktan yaratmıştır” buyurarak,79 aynı gerçeğe işaret etmiştir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de, “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin… Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz”80 buyurulmuş ve böylece yeryüzündeki bütün Müslümanlar evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan edilmiştir. Müslümanlar arasında ilan edilen bu kardeşliğin hiçbir dinde örneği de bulunmamaktadır.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de, “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi…”81 buyurularak, savaşa ancak belli şartlar dahilinde izin verilebileceği bildirilmiş; “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mümin değilsin’ demeyin…”82 denilerek, savaşa çıkıldığında nasıl davranılacağı öğretilmiş; “Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz… Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” âyetiyle de, bir Müslüman’ı kasten öldürmenin cezasının ebedi Cehennem olacağı belirtilmiştir. Böylece İslam, bir insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanların öldürülmesi gibi telakki ederek öldürme olayını “insanlık suçu” saymış; silahlı eşkıyalığı da, halkın huzur ve sükununu kaçırdığı ve düzeni bozduğu için devlete (Allah ve Resulüne) karşı işlenmiş büyük bir suç olarak görmüş ve karşılığında ağır cezalar koymuştur. Aynı zamanda İslam, “İçlerinde zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur,”83 “(Bütün insanlığı) hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır; ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış…(Tartışmada) zora başvurmanız gerekirse, ancak onların sizi zora koştukları kadar zora başvurun”84 meâlindeki âyetlerle de, bütün peşin çatışmalara meydan verilmemesi; başka inançlara bağlı kimselerle girilen tartışmalarda en güzel, en yumuşak ve dolayısıyla akla ve sağduyuya en uygun yöntemlerin benimsenmesi tavsiye edilmiştir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de, “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın…”;85 “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır…”86buyurularak, daima iyilikten yana olunması, bütün münasebetlerde âdil ve dürüst davranılması emredilmiştir.
Şu halde insanlar, bu âyetlerin ruhuna uygun olarak ve bütün insanlığın Adem’in soyundan gelmiş olmaları itibariyle evrensel manada birbirlerinin kardeşleri olduklarını düşünerek, birbirlerine kardeşlik bilinciyle yaklaşmış olsalardı veya kardeşlerin birbirlerine davranmaları gerektiği gibi davransalardı, bugün dünyada yaşanan sıkıntı ve huzursuzlukların pek çoğu kendiliğinden çözülmüş olurdu. İşte insanlar arasında böyle bir anlayışın oluşturulabilmesi için evrensel ahlak prensiplerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bunu temin etmek için ise din mensupları arasında gerçekleştirilecek olan işbirliğine ihtiyaç vardır. Çünkü bir Batılının ifadesiyle, “Tüm uluslar için bir dünya ahlakı olmaksızın insan yaşamının birlikteliğinden söz etmek mümkün değildir. Dinler arası barış olmaksızın milletler arası barıştan söz edilemez. Dinler (din mensupları) arasında diyalog sağlanmadıkça da dinler arası barışın sağlanması mümkün değildir.”
Görüldüğü gibi insanlar arasında barış ve kardeşliğin sağlanmasında önemli bir prensip olan evrensel ahlak fikri iki temel esasa dayanmaktadır: Birincisi, yeni bir evrensel ahlak olmaksızın yeni bir evrensel düzenin olamayacağı; ikincisi de, bütün insanlara insan gibi muamele edilmesinin gerekliliğidir. Bu noktada da, tüm büyük dinî geleneklerin kutsal metinlerinde ifadesini bulan ve pek çoğunda “Altın Kural” diye nitelendirilen şu temel ahlaki prensip ön plana çıkmaktadır: “Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmayın.” Bu “Altın Kural”, günümüz dünya dinlerinde aşağıdaki şekilde ifadesini bulmuştur:
“Bir kimse kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş sayılmaz.” (İslam)
“İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın.” (Hıristiyanlık)87
“Sana kötü gelen şeyleri arkadaşlarına yapma. İşte bu Tevrat’ın özüdür.” (Yahudilik)
“Hayat herkes için azizdir. Diğerlerini kendinle mukayese ederek ne onlarla çekiş ne de çekişmeye neden ol.” (Budizm)
“Bir kimse dünyadaki tüm yaratıklara kendisine davranılmasını istediği gibi davranmalıdır.” (Caynizm)
“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma.” (Konfüçyanizm)
“İyi insan diğerlerinin kazancını kendi kazancı, diğerlerinin kaybını da kendi kaybı olarak görür.” (Taoizm)
“İnsanın tabiatı, kendisine iyi olmayan şeyleri diğerlerine yapmadığı müddetçe iyidir.” (Mecusilik)
Günümüz dünya dinlerinin hemen hemen hepsinde mevcut olan bu evrensel ahlak ilkelerine baktığımızda, sadece Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi ilahi kaynaklı dinlerin değil; Budizm, Caynizm, Konfüçyanizm, Taoizm gibi dinlerde, hatta Mecusilik’te bile insanların huzur ve mutluluğunu sağlayacak ve dünya barışına katkıda bulunacak dinî ve ahlaki prensiplerin var olduğu görülmektedir. Mesela Budizm’e göre ister Sangha üyesi, isterse keşiş veya rahip olmayan kesimden olsun; bir Budist, “Budist Âmentüsü” adı verilen “Üç Cevher”, “Sekiz Dilimli Yol” ve “Beş Emir”e bağlıdır. Sekiz Dilimli Yol’un ilk üç dilimini, “Sila (Ahlak)” anlamına gelen “doğru söz, doğru davranış ve doğru geçim” oluşturur. Sila adı verilen ahlaki prensiplere de: “Öldürmemek ve zarar vermemek, çalmamak, duyularını yanlış yola yöneltmemek, yalan-yanlış konuşmamak ve içki-uyuşturucu kullanmamak” şeklindeki beş emir ile; “kasaplık, meyhanecilik, esrar ticareti, silah ve zehir imalatçılığı yapmamak” şeklindeki beş yasak açıklık getirir. Beş emir içerisinde en önemlisi ise, “öldürmemek, hiçbir canlıya zarar vermemek” anlamına gelen “Ahimsa” prensibidir. Aynı zamanda Budizm’de canlılar birbirinin akrabası sayıldığından, hiçbir canlıyı incitmemek esastır.88
Keza, Caynizm’in: “Öldürmemek, yalan söylememek, hiçbir şekilde hırsızlık yapmamak, mümkün olduğu kadar cinsi münasebetten kaçınmak, asgari bir mal ile yetinmesini bilmek” şeklindeki ahlaki prensiplerinin başında da, “hiçbir canlıyı öldürmemek” anlamına gelen “Ahimsa” prensibi yer almaktadır. Dolayısıyla en meşhur Caynist doktrin, “hayata saygı göstermek, öldürmemek, hiçbir canlıya zarar vermemek, şiddete başvurmamak” gibi anlamlara gelen Ahimsa’dır. Hiçbir canlıyı öldürmemek ve zarar vermemek kuralı, Caynizm’de dinî yaşantının da özüdür.89 Hatta Caynist mabetlerinin girişine bazen “şiddete başvurmamak en büyük dindarlıktır” gibi ifadelerin yazıldığı belirtilmektedir.90
Çin’in büyük üstat ve bilgelerinden Konfüçyüs, bir “üstün insan”, Orta Yol’u takip edecek ve başkalarına da her şeyde aynı itidal yolunu gösterecek kültürlü nazik insan yetiştirmeye yönelik hayat tarzını belirleme ile ilgilenen bir ahlâk öğreticisi idi. Onun sisteminin temelinde bilgi, samimiyet, şahsi hayatı geliştirme, ailede ve sosyal ilişkilerde uyum ve dünya barışını sağlama yer alıyordu. Konfüçyüs, ahlâkî kurallara bağlılığa, insanlar arasında samimiyeti geliştirmeye ve iyi ahlâka büyük önem vermiştir. Ona göre soyluluk miras yoluyla devralınmaz, bilâkis herkes soylu olabilir. Gerçek soyluluğun işaretleri ise insanları sevmek, evladın atalarına karşı olan sevgisi, samimiyet, insanlarla iyi ilişki kurmak, doğruluk ve aşırılıklar arasında âhenkli bir denge sağlamaktır. O bunun, iç güzellik, edebi geliştirme ve törenlere riayet yoluyla tüm insanî ilişkilerde gerçek ifadesini bulacağını öğretmiştir.
Konfüçyüsçü ahlâkın ana temeli kendini, ev halkını, milletini yönlendirme, barışı sağlamanın yolunu bulma şeklinde açıklanmıştır. Konfüçyüs, dünyada beş şeyi her şeye uygulayabilmek yeteneğine “mükemmel erdem” demektedir. Bunlar ağırbaşlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezakettir. Ona göre üstün insan, “düşkünlere yardım eder, zenginlerin servetini artırmaz.”91 Üstün insanla küçük insan arasındaki farkı da şöyle belirtmiştir: “Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan rahatını düşünür. Üstün insan kanunlar üzerinde kafasını çalıştırır, küçük insan ise kendi rahatını aramaya bakar. Büyük ve üstün insan yalnız doğruluğu, küçük insan ise yalnız faydayı düşünür.”92 Yine “üstün insan başkalarının iyi taraflarını geliştirmelerini ister. Kötü taraflarının gelişmesini istemez. Düşük bir insan ise, bunun tam aksini yapar.”93 “Konfüçyüs’e göre faziletin en yüksek derecesi, bir insanın daima değişmez, Orta Yol’dan yürümesidir. Âlicenap ruhlu adam için önemli şey adalettir. Bunu icra edince ahlâk ve edeplere göre davranır. Onları tevazu ile ifade, vakar ile icra eder. Konfüçyüs’ün ahlâk anlayışının temelinde “sevgi” vardır. Bu sevgi, “evrensel fazilet” veya “en üstün erdem” olarak ifade edilmiştir. Konfüçyanizm’de, bütün ahlâkî faziletleri de içine alacak beş temel fazilet vardır. Birincisi ve en üstün olanı jen’dir. Bu, başkalarının duygularını paylaşabilme ve onlara şefkat göstermede kendisini gösterir. Buna kısaca “iyilikseverlik” denilmektedir. İkincisi vazifedir. Yapılan bir yanlıştan sonra utanma duygusunda ortaya çıkar. Üçüncüsü âdâb-ı muâşerettir. Âdetlere riayet duygusuyla dışa yansır. Dördüncüsü hikmettir. Doğru ve yanlışa karar verme duygusuyla dışa yansıtılır. Beşincisi de doğru inançtır. Bu da güvenilirlik olarak açıklanmıştır. Konfüçyüs, bir kimsenin bütün hayatına rehber olabilecek bir şey var mıdır? sorusuna: “Karşılıklı davranış kelimesi kullanılamaz mı? Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma” diye cevap vermiştir.94 Onun bu sözü Çin kaynaklarına “Altın Kural” olarak geçmiştir.
Aynı şekilde Çin filozoflarından birisi, Taoist üstatların en büyüğü, Taoizm’in kurucusu ve Tao Te King’in yazarı olan Lao Tsu de, ahlaki prensiplere ve fazilete büyük önem vermiştir. Onun sisteminde beş ahlaki prensip ve on faziletten söz edilmektedir. Ahlaki prensipler: İnsan öldürmemek, alkol almamak, yalan söylememek, hırsızlık ve zina yapmamaktır. On fazilet ise: Ataya evlada yaraşır şekilde saygı göstermek, imparatora ve öğretmenlere saygı göstermek, bütün yaratıklara şefkat göstermek, sabırlı olmak ve yanlışı tasvip etmemek, kendini fakirlere yardıma adamak, köleleri serbest bırakmak ve ağaç dikmek, kuyular kazıp yollar yapmak, cahilleri eğitmek ve refahı artırmak, kutsal kitapları incelemek ve tanrılara uygun takdimeler sunmaktır. Bu ahlak kanunları sadece fertler için değil, aynı zamanda milletler arası münasebetler için de geçerlidir: Bir devleti büyüten, onun sanki en aşağı nehir havzasını teşkil etmesidir. Böyle bir tevazu, beraberinde merhameti de getirir. Kamil âlim, insanların hepsini, hatta düşmanları bile sevgi ile düşünür. Lao Tsu, “iyilere karşı iyilik gösteriyorum; iyi olmayanlara karşı yine iyilik gösteriyorum, bu suretle hepsi iyi olur” demiştir. Lao Tsu savaşa da karşıdır. Harp, yalnız bozulmuş nizamı tamir etmek için helaldir. Harpte kazanan ise, matemli olanların tarafında durmalıdır. Ona göre, “memlekette ne kadar çok şey yasak edilirse, millet o kadar fakir olur. İnsanlara karşı yapılan muamele ne kadar hilekar ve marifetli olursa, insanlar arasında o kadar inanılmaz hileler meydana gelir. Ne kadar çok emir verilir kanun çıkartılırsa, o kadar haramzade ve hırsız zuhur eder.”
Genel Değerlendirme
Verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, gerçekte bütün dinler, insanların barış ve huzur içinde bir arada yaşamalarını, birbirlerini Allah’ın mukaddes birer emaneti gibi görmelerini amaçlamaktadır. Çünkü din, kaynağı itibariyle Allah’a, tebliği yönünden peygambere, uygulanması bakımından da insanlara nispet edilmiştir. Dinin birinci derecede konusu ve muhatabı insandır. İnsan, Allah’ın özenerek yarattığı; kendisinden ruh (can) verdiği; yeryüzünün halifesi ilan ettiği; şerefli kıldığı ve kendisine muhatap (kul) olarak kabul ettiği bir varlıktır. İnsanın en aziz varlığı da canıdır. Onu insana Allah vermiştir ve o canı Allah’tan başka kimsenin almaya hakkı yoktur. Bütün dinlerin özünde, Yunus Emre’nin deyimiyle, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş gör”mek vardır. Dolayısıyla hiçbir din, şiddet ve terörü tasvip etmemektedir. Hatta bazı dinlerde, “şiddete baş vurmamak en büyük dindarlık” olarak değerlendirilmiştir. Bütün bunlara rağmen, bugün, dinlerin kutsal metinlerinde konu ile ilgili olarak verilen bilgilerle insanların yaptıkları birbirleriyle uyuşmamaktadır. Diğer bir ifadeyle, ilahi kaynaklı dinlerin en eskisi olan Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta ve On Emir’de yer alan hükümlerle, Yahudilerin asırlardan beri Filistin’de Müslümanlara reva gördükleri zulüm ve işkenceler çelişmektedir. Bu durumda Yahudiler, Hz. Musa’nın tebliğ etmiş olduğu Tevrat hükümleriyle amel etmiyorlar demektir. Aynı şekilde Hz. İsa’nın, İncillerde yer alan, “sağ yanağınıza birisi bir tokat vurduğu zaman ona sol yanağınızı da çevirin”, “düşmanlarınızı bile sevin ve size zulmedenlere dua edin” şeklindeki tavsiyeleri ile, Hıristiyan Batı’nın Müslüman dünyaya yaptıkları; hele hele, 11 Eylül’de İkiz Kulelere gerçekleştirilen saldırıyı gerekçe göstererek kendisi gibi düşünmeyen ve kendisinin yanında yer almayan herkesi “terörist” ilan eden, “bu bir haçlı seferidir diyerek” haçlı zihniyetini yeniden horlatan, böylece “Engizisyon Mahkemeleri”nde insanlara yapılan zulüm ve işkenceleri de hatırlatan, dünyayı savaş alanına çevirmeye çalışan ve hedef olarak da İslam’ı ve Müslümanları seçen “sözde Hıristiyan” ABD’nin yaptıklarının hiç mi hiç ilgisi yoktur. Öyleyse bugünkü Hıristiyanlık Hz. İsa’nın tebliğ ettiği Hıristiyanlık olamaz. Olsa olsa bugünkü Hıristiyanlık, sağlığında Hz. İsa’ya inanmayan; aslen Yahudi kökenli olup İsa’dan sonra âni bir vizyonla Hıristiyan olduğunu söyleyen Pavlus’un yorumlarına dayanan ve politeist, emperyalist, sömürgeci Roma İmparatorluğu’nun dinî ve kültürel mirası üzerine oturtulan Hıristiyanlık’tır.
Burada, dört büyük kitabın en azından üçünde, yani Tevrat ve Zebur’dan sonra Kur’ân’da tekrar edilegelen ve Allah’ın: “And olsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da, ‘yeryüzüne muhakkak benim dürüst ve erdemli kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık” (Enbiya, 21/105) şeklinde yeminle hatırlattığı bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. Bu hatırlatma, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olacaksınız” (Âl-i İmran, 3/139) vaadinin de bir yankısıdır. Bu aynı zamanda Allah’ın insan için öngördüğü yüceliklere erişmenin ancak dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koymakla mümkün olabileceğini dile getiren bir ifadedir.
Görüldüğü gibi, Allah’ın, yeryüzünün sevk ve idaresinin O’nun “iyi kulları”nın elinde olması gerektiği yönündeki iradesi dört büyük kitabın en azından üçünde tekrar edilegelmiştir. Allah’ın bu yöndeki iradesini yansıtan ifadelere kutsal kitapların mevcut şekillerinde de rastlanmaktadır. Bütün bunlara rağmen, Allah’ın bu şekilde tecelli eden iradesi hayata geçirilememişse; yeryüzüne kötüler hakim olmuş ve kötülükler hakim kılınmaya çalışılıyorsa, dünyanın çeşitli yerlerinde, şu veya bu gerekçe ile bir kısım insanlara zulüm ve işkenceler reva görülüyor, şiddet ve terör engellenemiyorsa, bunun sebebini ve kaynağını dinde değil; dinin yanlış anlaşılması, yanlış yorumlanması ve yanlış tatbikinde aramak gerekir. İşte bundan dolayı makalenin başında, dinlerin insan unsurunu ön plana çıkardığını; savaşa da barışa da karar verecek olanın insan olduğunu; dinin aynı zamanda “barış” anlamına geldiğini belirterek, “din” ile “savaş, terör, şiddet” gibi kelimeleri birlikte telaffuz etmenin bile doğru olmadığını düşünerek, makalenin başlığını “Din ve Barış” koyduk.
Şu halde, özü itibariyle hiçbir din şiddet ve terörü tasvip etmediğine göre, her ne sebeple olursa olsun şiddete başvurmamak; başvurulmuşsa da bunu dine mal etmemek gerekir. Eğer, Yüce Allah tarafından insanların dünya ve âhiret mutluluğunu temin etmek için gönderilen din, gönderiliş amacından saptırılır ve insanlar arasında düşmanlık aracı haline getirilirse, o zaman onun barış ve huzur getirme amacı yok olacak, düşmanlık ön plana çıkacaktır. Böyle bir düşmanlıkta bilgi eksikliği, ön yargı ve şartlanmanın rolü büyüktür. Bundan kurtulmanın yolu da büyük ölçüde dinleri bilmeye, dinlerin özünü kavramaya, din mensuplarının birbirlerine karşı daha saygılı ve hoşgörülü olmalarına bağlıdır.
Öz
Özellikle 11 Eylül 2002’de ABD’deki İkiz Kulelerin yıkılması, buna bağlı olarak dünyanın değişik ülkelerinde savaşların patlak vermesi ve çeşitli şiddet eylemlerinin hız kazanması bazı kimseler tarafından “din” ve “terör” kelimelerinin birlikte telaffuz edilmesine sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan, dünyanın değişik yerlerinde halen devam etmekte olan savaşlara, dine dayalı şiddet ve çatışmalara din nokta-i nazarından bakılınca veya bazı kimseler zaman zaman gerçekleştirdikleri bu şiddet ve terör eylemlerini din adına yaptıklarını söyleyince, ister istemez insanların aklına “acaba bu şiddet ve terör eylemleri din adına mı yapılıyor?” veya “çeşitli din mensupları arasında yer yer ortaya çıkan veya devam etmekte olan savaşları din mi teşvik ediyor?” gibi sorular gelmeye başladı. İşte bu münase-betle biz, “dinin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu temin etmek üzere Allah tarafından gönderilmiş kurallar bütünü” olduğu gerçeğinden hareketle, dinin insanlar arasında savaşı, şiddet ve terörü değil; bilakis barış ve kardeşliği tesis etmek üzere gönderilmiş “ilahi kanun” olduğunu düşünüyor ve bazı din tanımlarını vererek konuya açıklık getirmek istiyoruz.
Anahtar Kelimeler: Din, barış, terör, insan
Abstract
The event of the 9/11 and the wars that began after this event in the various countries of the world, the increasing number of the terrorist attacks, especially, lead to the pronouncement of the words of “religion” and “terror” simultaneously by many people. On the other hand, there is an increasing tendency to consider the current wars in the many parts of the world as religious wars. In addition to this, the claim of the violent attackers and terrorists of their actions as being in the name of religion brings about the questions of “whether these actions are really conducted for the sake of religion?” or “whether religion does really provoke and promote the wars which continue among the members of different religions?”. In this context, we consider religion as ‘a divine rule’ which has been inspired to enable peace and brotherhood among people, not war, violence and terror, which is based on the statement of “the religion is the whole of the rules sent by God to ensure the happiness of people in this and other world”. At the end, we want to clarify the issue with some of the definitions on religion.
Key Words: Religion, peace, terror, human being
Dipnotlar
- Çeşitli din tanımları için bkz. Tümer, Günay, “Din”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1994, IX, 312-316.
- Bakara, 2/208.
- Yazır, Elmalı’lı M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul ts., II, 1061-1064.
- Al-i İmran, 3/19.
- Mâide, 5/3.
- Bakara, 2/30.
- Bakara, 2/33.
- Bolay, Süleyman Hayri, “Adem”, DİA, İstanbul 1988, I, 360.
- Bkz. Hicr, 15/29; Secde, 32/9; Sâd, 38/72.
- Bolay, “Adem”, DİA, I, 359.
- Bkz. En’âm, 6/165; Neml, 27/62; Fâtır, 35/39.
- Bakara, 2/34.
- Nahl, 16/49-50.
- Bakara, 2/35.
- Bakara, 2/36-37.
- A’raf, 7/20.
- Tâhâ, 20/120.
- Bakara, 2/38-39; Tâhâ, 20/123.
- Bkz. Bakara, 2/37.
- Tîn, 95/4.
- Tümer, “Din”, DİA, IX, 316.
- Bkz. Adam, Baki, Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Diğer Dinler, İstanbul 2002, s. 24-25.
- Habil-Kabil hakkında geniş bilgi için bkz. Harman, Ö. Faruk, “Habil ve Kabil”, DİA, XIV, 376-378.
- Buhari, Cenaiz, 33, Enbiya, 1, Diyât, 2, İ’tisâm, 15; Müslim, Kasâme, 7.
- Bakara, 2/213.
- Bkz. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı (çev. C. Koytak-A. Ertürk), İstanbul 2002, s. 62.
- Al-i İmran, 3/33.
- Bkz. Adam, age, s. 24-25.
- Şûra, 42/13.
- Nuh, 71/1.
- Nuh, 71/2-23.
- Nuh, 71/26-28.
- Hûd, 11/32-33.
- Hûd, 11/37.
- Hûd, 11/48.
- Yeşu, 24/2; En’âm, 6/74.
- Âl-i İmran, 3/67.
- Ulü’l Azm Peygamberler hakkında bilgi için bkz. Karacabey, Salih, “Ulü’l Azm Peygamberler ve Ortak Yönleri”, U.Ü.İ. Fakültesi Dergisi, Bursa 1998, Sayı:7, Cilt: 7, s. 297-313.
- Tevbe, 9/114; Hûd, 11/75.
- Sâffât, 37/83.
- Şûra, 42/13.
- Necm, 53/36-37; A’lâ, 87/19.
- Hac, 22/78.
- Nisa, 4/125.
- Bakara, 2/126; İbrahim, 14/35.
- Harman, “İbrahim”, DİA, XXI, 271.
- Bakara, 2/258.
- Bkz. Sâffât, 37/88-90; Enbiya, 21/68-70; Ankebût, 29/24.
- Bakara, 2/258.
- Enbiya, 21/68-70.
- Bakara, 2/124.
- Tâhâ, 20/24-44.
- Levililer, 19/17-18.
- Çıkış, 22/21.
- Çıkış, 23/9.
- Levililer, 19/33-34.
- Tensiye, 10/17-19.
- Çıkış, 20/1-17; Tensiye, 5/6-21.
- Mâide, 5/32.
- Matta, 5/17.
- Matta, 22/35-40; Markos, 12/28/34; Luka, 10/25-28.
- Matta, 5/21-24.
- Matta, 5/27-28.
- Matta, 5/33-35.
- Matta, 5/38-40.
- Matta, 5/43-47.
- Luka, 6/27-35.
- Matta, 5/1-10; Luka, 6/20-23.
- Matta, 6/19-20; Luka, 12/33-36, 16/13.
- Matta, 7/1-5; Luka, 6/37-38, 41-42.
- Dağdaki Vaaz hakkında bkz. Aydın, Mehmet, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya 2005, s. 155-156.
- Yuhannanın I. Mektubu, 3/18.
- Yuhannanın I. Mektubu, 4/7.
- Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/28.
- En’âm, 6/151-152.
- İsrâ, 17/22-39.
- Tirmizi, Diyât, 22.
- Hucurât, 49/13.
- Ebu Dâvud, Edeb, 111; Tirmizi, Menâkıb, 73.
- Hucurât, 49/9-10.
- Hac, 22/39.
- Nisa, 4/94.
- Ankebût, 29/46.
- Nahl, 16/125-126.
- Mâide, 5/2.
- Mâide, 5/8.
- Luka, 6/31.
- Tümer, Günay-Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ankara 1997, s. 196; Güç, Ahmet, Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban, İstanbul 2003, s. 95.
- Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara 1998, s. 20.
- Parrinder, Geoffrey, Worship in the World’s Religions, London 1961, s. 69-70; Güç, Dinlerde Mabed ve İbadet, İstanbul 2005, s. 78.
- Konfüçyüs, Konuşmalar (çev. Muhaddere Özerdim), Ankara 1963, 6/3.
- Konuşmalar, 4/11,16.
- Konuşmalar, 12/16.
- Konuşmalar, 15/23.