Kelam
İslâm’ın İnsana Bakışı – Prof. Dr. Ahmet GÜÇ
Prof. Dr. Ahmet GÜÇ
(Manisa) Celal Bayar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Giriş
Yüce Allah insanı en güzel şekilde yaratmış (1), yeryüzünün halifesi ilan etmiş (2) ve her ümmete, “Allaha kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen (3) peygamberler göndermiştir. Ancak, kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düşmüşlerdir. (4) Nitekim geçmiş milletlerden pek çoğu, ya peygamberlerinin sözüne kulak vermeyip dinlerini inkâr etmiş veya zamanla kitaplarını ve dolayısıyla dinlerini tahrif etmişlerdir. Bunun üzerine son din olarak İslâm, son kitap olarak Kur’ân, son peygamber olarak da Peygamberimiz (a.s) gönderilmiştir. Bu husus bir âyette şöyle ifade edilmiştir: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur.” (5)
İşte gelişi ile dünyanın çehresini değiştiren ve susamış gönüllere kıyamete kadar rahmet sunacak olan İslâm gelir gelmez insanın elinden tutmuş, insanlara sunmuş olduğu tevhit nizamı ile yalnız Allah’a kul olma ve sadece O’ndan yardım isteme esasını getirmiştir. (6) Böylece insan, kime kulluk edeceğini öğrenmiş ve kâinattaki yerini ve değerini anlamıştır.
Her haliyle kokuşmuş dünyaya yeni bir nefes gibi gelen İslâm canlı, diri, yapıcı müesseseler getirmiş: “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti” (7) hadisinde ifade edildiği üzere, yıllardır hususi bir terbiye ile yetiştirdiği Resulünün diliyle Allah, bu yeni görüşleri cihana ilan etmiştir. Köhnemiş bütün değerleri yerle bir eden bu yeni elçinin hedefi, insanları, insanca yaşayacakları bir düzene kavuşturmak, “ahlaki güzellikleri tamamlamak ve kemale erdirmekti.” (8) İşte bu şartlar altında ve böyle bir ortamda bütün insanlığa gönderilen İslâm, insana üç yönden değer vermiştir:
Her Şeyden Önce Kişi, İnsan Olması İtibariyle Tabiî Bir Değere Sahiptir
Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak: “Andolsun ki biz, insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık; temiz şeylerle onları rızıklandırdık; yarattıklarımızın pek çoğundan onları üstün tuttuk” (9) buyurmuştur.
İnsanın, doğumuyla hatta ana rahminde teşekkül etmeye başladığı andan itibaren sahip olduğu bu değer; bütün değerlerin ilki, en yaygını ve devamlı olanıdır. Buna sahip olurken insan maddi, manevi hiçbir karşılık ödememiştir. Bu, tamamen yaratıcısının bir lütuf ve ihsanıdır. Öyle bir ihsan ki; kadın-erkek, siyah-beyaz, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir demeksizin ve herhangi bir din ve milliyet farkı gözetilmeksizin bütün insanlığı kuşatmıştır. (10) Ayrıca İslâm, şahıslar arasındaki sınıf farkını da ortadan kaldırmış ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır, Âdem’i de Allah topraktan yaratmıştır” buyrularak insanlar arasındaki soy, ırk, dil ve renk farkına zerre kadar önem verilmediği belirtilmiştir. (11)
İslâm’ın insana sırf insan olması itibariyle vermiş olduğu değerin sayısız örneğine Kur’ân-ı Kerim’de, hadislerde, İslâm Tarihi’nde, özellikle de Hz. Peygamberin hayatında rastlamak mümkündür. Onlardan biri ve belki de en çarpıcı olanı şudur: Bir gün Hz. Peygamber ashaptan bir grupla otururken yakınlarından bir cenaze geçmiş ve Peygamber (a.s) cenazeyi görünce ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar, onun Yahudi cenazesi olduğunu söyleyerek, “ayağa kalkmanız gerekmezdi” demek istemişlerdi. Onların bu sözü üzerine Hz. Peygamber: “Müslüman değilse insan da mı değil?” cevabını vermiştir. (12)
İslâm’a göre insana değer vermek başka şey, insan değerini kabul etmek başka şeydir. Hele insana üstünlük tanımak ise bambaşka bir şeydir. “Her hak sahibine hakkını vermek” (13) ve onun sınırlarını belirtmek elbette güzeldir. Fakat daha güzel olanı; ona o hakkı verdikten sonra, onu sevdirmek, onu korumaya teşvik etmek, onu koruma yollarını sağlamak ve bunu bir inanç meselesi haline getirmektir. İşte bunun içindir ki sevgili Peygamberimiz: “Malı uğrunda öldürülen şehittir. Dini uğrunda öldürülen şehittir. Canını müdafaa ederken öldürülen şehittir. Ailesi uğrunda öldürülen şehittir” demiştir. (14)
İslâm Nazarında Fert, İnancı Sebebiyle de Değer Kazanır
Bu gerçek, Kur’ân’da şöyle açıklanmıştır: “…Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir…”(15),“…Şeref Allah’ın, Peygamberinin ve inananlarındır…”(16)“İnanan bir köle, hoşunuza gitmiş olsa da, puta tapan bir erkekten daha iyidir.”(17)
Bu noktada İslâm’a göre inanan insan, inanmayanlardan üstündür. Allah katındaki üstünlük ise, “O’nun emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınmak” anlamına gelen “takva” esasına bağlanmıştır. (18) Hz. Peygamber de aynı gerçeğe: “Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Yine dikkat edin, Arabın Arap olmayana, Arp olmayanın da Araba; keza beyazın siyaha, siyahın da Beyza “takva” dışında hiçbir üstünlüğü yoktur” (19) şeklinde işaret etmiştir.
Görüldüğü gibi İslâm, kişinin dış görünüşüne, derisinin rengine değil, inancına değer vermektedir. Nitekim ashabdan Bilal-i Habeşi ile Ebu Zer el-Gıfârî arasında çıkan bir tartışmada Ebu Zer, Bilal’e “siyah kadının oğlu” diye hitap etmişti de Bilal buna çok üzülmüştü. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, Ebu Zer’e: “Sende hala cahiliye âdetleri görüyorum” buyurarak, bir kimseyi derisinin renginden dolayı aşağılamayı cahiliye âdeti olarak nitelendirmişti. Söylediği sözden pişmanlık duyan Ebu Zer bir yanağını yere koyarak: “Bilal yanağıma basarak üzerimden geçmedikçe buradan kalkmam” diyerek üzüntüsünü dile getirmişti. (20) Yine bir gün Hz. Peygamber, Kureyş’in ileri gelenleri ile konuşurken, ashabdan Abdullah İbn Ümmü Mektum söze karışarak; “Ya Resûlallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” demişti. Bu sözü bir iki defa da tekrar etmişti. O sırada Hz. Peygamber, müşriklerden Velid veya Ümeyye b. Halefi ikna etmeye çalışıyordu. Bu kişiler, kendilerinin yanında fakir kimselerin bulunup söze karışmasından hoşlanmazlardı. Bundan dolayı Allah Resûlü’nün, Abdullah İbn Ümmü Mektum’un gelip sözünü kesmesine canı sıkılmıştı. Fazla soru sorması üzerine de yüzünü, gayri memnun bir şekilde çevirmiş, ötekiyle meşgul olmuştu. Velid yahud Ümeyye b. Halef de kalkıp gitmişti. Hz. Peygamber’in, yüzünü o tarafa çevirmesi, gerçekte O’nun âlemlere rahmet olan ruhuna ağır gelmişti. Yüce Allah bu olay üzerine Abese Sûresi’ni indirmiş ve: “Yanına ama bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp cevirdi…” diyerek Resûlünü uyarmıştı. (21) Bu hadise de gösteriyor ki inanan bir âmâ inanmayan bir müşrikten Allah katında daha değerlidir.
İnanmış olmak, insana sadece bir üstünlük veya ayrıcalık kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda ona, dünya ve ahirete taalluk eden birtakım yararlar da sağlar. Bunun en güzel örneği yine Hz. Peygamber’in hayatında ve sözlerinde görmek mümkündür. Şöyle ki: Mikdad b. Esved (bu Mikdad b. Amr el-Kindî’dir), bir gün Hz. Peygamber’e şöyle bir soru sormuştu: “Ey Allah’ın Resûlü! Şayet kâfirlerden bir adamla karşılaşsam, onunla vuruşup da kollarımdan birini kılıcıyla koparsa, sonra da benden korkusundan bir ağaca sığınsa ve Müslüman oldum dese, bu sözü söyledikten sonra onu öldürebilir miyim?”, Resûlallah (a.s): “Onu öldürme” cevabını verdi. Bunun üzerine Mikdad dedi ki: “Ya Resûlallah! Bu adam kollarımdan birini kesti. Üstelik bu sözü, kolumu kestikten sonra söyledi.” Hz. Peygamber ona tekrar: “Onu öldürme, eğer onu öldürürsen, o, senin onu öldürmeden önceki yerine geçer; sen de onun, bu sözü söylemeden önceki durumuna düşersin” cevabını verdi. (22) Üsâme b. Zeyd de konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Resûlüllah (a.s) bizi Huraka’ya gönderdi. Oradaki kavme sabah baskını yaptık ve onları hezimete uğrattık. Ben ve Ensar’dan bir arkadaşım, onlardan bir adama yetiştik. Tam üzerine çullandığımız sırada adam “Lailâhe illallah” dedi. Bunun üzerine Ensarî arkadaşım ona dokunmadı. Ben ise onu mızrağımla yaraladım ve neticede ölümüne sebep oldum. Döndüğümüzde Nebi (a.s) durumdan haberdar oldu ve bana: “Ey Üsame, demek Lailahe illallah dedikten sonra onu öldürdün öyle mi?” dedi. Ben de, korktuğu için bu sözü söyledi, dedim. Resûlüllah (a.s) bu soruyu o kadar tekrarladı ki, sonunda içimden, keşke o günden önce Müslüman olmamış olsaydım diye geçirdim. (23) Bazı hadislerde de, “Kalbini yarıp baktın mı ki onun korku sebebiyle olduğunu söylüyorsun?” ifadesi geçer. (24)
İmandan sonra küfre dönmenin ise Allah katında büyük bir vebal ve sorumluluğu gerektirdiği âyetlerde şöyle açıklanmıştır: “Onlar ki, inandıktan sonra inkâr ettiler, sonra inkârları arttı, onların tövbeleri kabul edilmeyecektir ve işte onlar sapıkların ta kendisidirler. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiç birinden – dünya dolusu altını fidye olarak verecek alsak dahi – kabul edilmeyecektir…” (25)
İslâm Kişiye Ameli ve Yaşayışı İle de Ayrı Bir Değer Verir
İslâm, inancının gereğini yapanla yapmayanı eşit saymaz. Bu konuda, âyetlerde şöyle buyrulmuştur: “İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır.” (26) “Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı sevap verilir; ortaya bir kötülük koyan ise, ancak misliyle cezalandırılır, onlara haksızlık yapılmaz.” (27) “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir.” (28) Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi Allah, bir iyilik yapana kat kat sevap verdiği halde, kötülükleri yalnız misliyle cezalandırmak suretiyle insana ne kadar değer verdiğini göstermiştir.
İslâm nazarında dış görünüşün ve dünya malının da fazla bir kıymeti yoktur. Bu hususta Hz. Peygamber: “Şüphesiz Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar” (29) demiştir.
İslâm’a göre inanç ve inancın gereğini yapmak demek olan amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Çünkü bu ikisi birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan ve biri olmadan diğerinin tek başına yeterli olmayacağı iki önemli unsurdur. İslâm’da imansız amelin bir değeri olmayacağı gibi, amelsiz iman da kişiyi sorumluluktan kurtarmaz Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde imanla amelin birlikte zikredilmiş olması da bunu göstermektedir. (30)
Netice itibariyle söylemek gerekirse İslâm’a göre her şey insanın, özellikle de inanan ve inancının gereğini yaşayan insanın lehinedir. Hz. Peygamber bunu en güzel şekilde şöyle ifade etmiştir: “Mü’minin durumu doğrusu hayret vericidir; çünkü yaptığı her iş onun hayrına olmaktadır. Bu özellik de yalnız mü’mine mahsustur. Mü’min bir şeye sevinirse şükreder; bu onun için hayır olur. Felakete uğrarsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (31)
Kaynakça
- Tîn, 95/4.
- Bakara, 2/30.
- Nahl, 16/36.
- Bakara, 2/213.
- Fetih, 48/28.
- Fâtiha, 1/5.
- Bkz. Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, I, 70.
- Mâlik b. Enes, Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, I.
- İsra, 17/70.
- Bkz. M. Abdullah Draz, İslâm’ın İnsana Verdiği Değer (çev. Nureddin Demir), İstanbul 1983, s. 45.
- Ebu Davud, Edeb, 111; Tirmizi, Menâkıb, 73.
- Buhari, Cenâiz, 50.
- Buhari, Savm, 51; Tirmizi, Zühd, 64.
- Tirmizi, Diyât, 22.
- Mücadele, 58/11.
- Münafikûn, 63/8.
- Bakara, 2/221.
- Hucurat, 49/13.
- Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.
- Bkz. Buhari, İman, 22.
- Abese, 80/1–10.
- Buhari,Megâzî, 12.
- Buhari, Megâzî, 45.
- Bkz. Müslim, İman, 158; Ebu Davud, Cihad, 95; İbn Mâce, Fiten, 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 439, V, 207.
- Al-i İmran, 3/90-91.
- En’âm, 6/132.
- En’âm, 6/160.
- Bakara, 2/261.
- Müslim, Birr, 34.
- Bkz. Bakara, 2/62; Mâide, 5/69; Nahl, 16 /97; Kehf, 18/88; Meryem, 19/60; Tâhâ, 20/75, 82; Furkan, 25/ 70- 71; Kasas, 28/67, 70.
- Müslim, Zühd, 64.