Dinler Tarihi
Tarihimizde Ramazan, Biz ve Gayrimüslimler – Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Bilindiği gibi Müslümanlar açısından Ramazan ayları, dünyanın hangi bölgesinde yaşarlarsa yaşasınlar, geçmişten günümüze ve şüphesiz geleceğe uzanan zaman diliminde, hayatlarının en önemli dönemlerini oluşturmuş/oluşturacaktır. Bu önemi dolayısıyladır ki, Ord. Prof. A. Süheyl Ünver bu kutlu zaman diliminde yaşanan hayatı, pek haklı olarak “Ramazan Medeniyeti” olarak nitelemiş bulunmaktadır. Buradan hareketle biz de bu kısa yazımızda Ramazan Medeniyetinin, Osmanlı toplumunu oluşturan farklı din ve etnik kökenlerden insanların, karşılıklı hoşgörü ve saygı çerçevesinde birarada yaşamaları açısından taşıdığı anlamı, buna bağlı olarak ne gibi tezahürler ortaya konmuş olduğunu görmeyi ve göstermeyi arzuluyoruz. Umuyoruz ve diliyoruz ki bu sayede, inancın en önemli toplu gösterisinin ortaya çıktığı ve genellikle “On Bir Ayın Sultanı” olarak nitelenen Ramazan ayının, yönetici tabakasının çoğunluğunu Müslüman Türklerin oluşturduğu Osmanlı Türk-İslâm toplumu ve özellikle de başkenti İstanbul’daki yaşanma biçiminden sergileyeceğimiz birkaç ayrıntı ile günümüz insanına da hayırlı bir ufuk açılmasına katkıda bulunmuş olalım.
Satırlarımıza başlarken ifade etmeliyiz ki, bizim tarihimizde Ramazan ayı, farklılıkların değil, birarada yaşama isteğinin ve örneklerinin ortaya konması yönüyle değerlendirilmeye çalışıldığında karşımıza enteresan, en azından dikkat çekici sonuçlar çıkacaktır. Nitekim François Georgeon’un İstanbul merkezli olmak üzere ve XVIII. yüzyıl sonlarından İkinci Dünya Harbi arifesine kadar 150 yıllık bir devreyi (1789-1939), farklı inanç mensupları arasındaki toplumsallık ilişkileri açısından değerlendiren geniş makalesi bu açıdan ufuk açıcı niteliktedir.
İmparatorluk başkentinde Ramazan ayının öncelikle Müslümanlar arasında toplumsallık açısından çok önemli bir işlev gördüğünden şüphe yoktur. Bunun çok sayıdaki göstergesi içerisinde teravih namazlarını, vaazlar, mukabeleler, sergiler benzeri cami içerisinde veya çevresinde gerçekleştirilen çeşitli faaliyetleri, herkese açık iftar sofralarını, fıtır sadakasıyla bu aya tahsisine özen gösterilen zekât ve diğer yardımlaşma uygulamalarını hemen hatırlayabiliriz. Dikkat çekicidir ki Ramazan’da, ibadet hayatlarındaki yoğunlukla birlikte, Müslümanların diğer dinlerden Osmanlı yurttaşları ve ülkelerinde misafir olarak bulunan farklı inançların mensuplarıyla olan ilişkilerinde, genelde süregiden hoşgörü ve birlikte yaşama arzusunun, özellikle ve büyük çapta artması söz konusudur. Bu durumun hemen hatırlanabilecek birkaç örneği için hayatın farklı yönlerine bakmamız yeterli olacaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı başkentinde yaşayan Müslümanlar için Ramazan ayı, ibadet hayatının zirveye yükseldiği bir dönem olması yanında, aynı zamanda da önemli bir eğlence devresiydi. Nitekim sokak aydınlatmalarının söz konusu olmadığı Tanzimat yıllarında İstanbul’un Müslüman mahallelerinde hayatın temposu, genelde güneşin batışıyla birlikte büyük ölçüde yavaşlar, nihayet en yakın cami veya mescitlerde kılınan yatsı namazlarından sonra insanlar, ertesi sabah tekrar çıkmak üzere evlerine kapanırlardı. Değişik din veya mezheplerdeki Gayrimüslim tebaanın durumu da bundan pek farklı değildi. Yani Osmanlı başkentinde hayat bir bakıma güneşe bağlıydı. İşte bu nedenledir ki mahyalar, günümüzdekinden çok farklı biçimde, o dönemlerde İstanbul’da bulunan yerli yabancı herkesin Ramazan hatıralarında pek önemli bir yer tutmuştur. Tabiatıyla Ramazan gecelerinin aydınlığı bundan ibaret değildi. En küçüğünden en büyüğüne kadar camiler kandiller, evlerin önleri ve dükkanlar lambalarla aydınlatılır, çeşit çeşit fenerler taşıyan hanım ve erkekler, gecenin karanlığında birer ateş böceği gibi etrafa pırıltılar saçarlardı. Bunlara kahvehaneler başta olmak üzere değişik dinlenme ve eğlence mekânlarının ışıklarını da eklememiz gerekecektir. Böylece İstanbul Ramazanları ibadet kadar eğlenceyi de içeren bir zaman dilimini oluştururdu.
Bilindiği gibi ibadethanelerde Müslümanlar arasında bir ayırım bulunmamakta, camide herkes istediği yerde namazını kılabilmektedir. F. Georgeon’un da tespitlerine göre incelenen dönem Ramazanlarında İstanbul’da ortaya çıkan veya işlevleri genişletilerek geliştirilen eğlence mekânlarında da Müslümanlar arasında bir fark gözetilmemekte, herkes arzuladığı yerde bulunabilmekteydi. Olağan karşılanması gereken bu durum yanında enteresan olan husus, Müslümanların ibadet hayatlarının zirvesinde bulundukları bir devredeki eğlencelere, 1885’lerde 874.000 kişilik bir nüfusun yaşamakta olduğu ve bu nüfusun % 44’ünün Müslüman, % 17,5’nin Rum, % 17’sinin Ermeni (Gregoryen), % 5’inin Yahudi ve % 14’ten fazlasının yabancı olduğu Osmanlı başkentindeki Gayrimüslimlerin de hiçbir sıkıntıyla karşılaşmaksızın, kendi istek ve arzularıyla katılmış olmalarıdır. XIX. yüzyılın Direklerarası, bu bakımdan özellikle dikkat çekicidir.
Direklerarası’nda Osmanlı toplumunun her kesiminden insanlar birarada eğlenmekteydiler. Bir defa her tabakadan Müslümanlar kadını, erkeği, küçüğü, yetişkini, orta yaşlısı ve ihtiyarıyla oradaydı. Gayrimüslimler ise Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler ve yabancılar olarak Direklerarası’na sıklıkla gitmekte ve çoğunluğu Müslüman olan kalabalığa karışarak, tereddütsüz bir biçimde Ramazan keyfini sürmekteydiler. Zaten Direklerarası’nın sanatçıları da aynı çeşitliliği göstermekteydi. Burada Türk ve Müslümanlar yanında pek çok Yahudi, Rum ve Ermeni müzisyenle yine bu milletlerden tiyatro sanatçısı hizmet etmekteydi. İlerleyen zaman içerisinde Cenap Şehabeddin bu durumu şu cümleyle özetleyecektir; “Direklerarası’nda bu Ramazan geceleri yerli ve ecnebi, inleyen ve oynayan her nevi âhengi dinleyebilirsiniz; zurnadan viyolonsele ve uddan harpaya kadar her âlet teravihten sahura kadar ihtizâz ediyor”. Anlaşılan o ki, XIX. yüzyılda İstanbul’daki eğlence ve gösterilerin gelişmesi, biraz da Müslümanların Ramazan kültürüne Gayrimüslimlerin daha fazla katılmalarıyla alakalıydı.
Bu vesileyle geleneksel Türk seyirlik sanatlarının önde gelenlerinden biri olan Karagöz’ü de hatırlamamız yerinde olacaktır. Bilindiği gibi Osmanlı ülkesindeki varlığını XVI. yüzyıldan itibaren takip edebildiğimiz bu gölge oyununda Karagözcü veya biraz edebî olarak da Hayalî diye isimlendirilen sanatkâr, çoğunlukla deve derisinden yapılmış muhtelif tasvirleri, 180x80cm. boyutlarındaki beyaz bir perde arkasında, uygun konuşmalar eşliğinde oynatırdı. Her yaştaki izleyicinin çeşitli vesileler yanında, bilhassa da Ramazan eğlenceleri arasındaki vazgeçilmezlerinden biri olan Karagöz oyunlarında, zaman içerisinde Türk mizah anlayışı, divan, halk, tekke şiiri, sanat ve halk müziği, çengi ve halk danslarıyla zenginleşerek Türk kültürünün hemen bütün unsurları buluştuğu gibi, Osmanlı toplumunu oluşturan değişik ırk ve dinlerden insanlar da giyim kuşam, karakter ve şive özellikleriyle burada yerlerini almışlardı. Nitekim Bitlisli hamal, Kastamonulu oduncu veya helvacı, Bolulu aşçı, Rizeli kayıkçı, Rumelili muhacir, Çerkez halayık, Arap bacı, Laz, Kürt, Acem, Tatavlalı Rum, Balatlı veya Kumkapılı Yahudiler yanında Ermeniler, Levantenler hasılı geniş Osmanlı sınırları içerisinde varlığını sürdüren bütün unsurlar kendilerine ait en karakteristik duyuş, düşünüş ve davranışlarıyla Karagöz oyununda roller üstlenmişlerdi. Başkent İstanbul kadar Anadolu ve Rumeli’nin değişik yörelerine mensup Türklerle birlikte Cezayir, Tunus, Mısır, Romanya, Yugoslavya, Suriye, Lübnan ve daha geç tarihlerde Yunanistan olmak üzere geniş Osmanlı sınırları içindeki muhtelif topluluklar arasında yayılma imkânı bulmuş olan Karagöz, bizzat bu haliyle bile Müslüman Türk’ün hoşgörü ve birlikte yaşama isteğinin dikkat çekici bir örneğini oluşturmaktaydı.
Bununla birlikte başkent İstanbul’daki Gayrimüslim Osmanlı tebaasının Ramazan’la ilişkileri, eğlence hayatına katkı ve bu mekânlarda Müslümanlarla birlikte bulunmalarından ibaret de değildi. Ramazan çerçevesinde oluşan ve gelişen toplumsal hayatta Gayrimüslimler; karşılıklı ziyaretler, muhtelif karşılaşmalar, sohbetler, çok sayıdaki konukseverlik örnekleriyle de yer almaktaydılar. Sultan ve saray çerçevesinde dinî cemaatlerin temsilcileriyle, patrikler ve bazı din adamlarının iftara davetleri yanında, hiç şüphesiz yegâne örneği oluşturmayan hariciyeci Said Bey’in arkadaşı ve komşusu Gayrimüslimleri iftar ve bayram yemeklerine davet etmiş olmasını bu vesile ile hatırlamamız yerinde olacaktır. Bir başka örnek olmak üzere 1852’de İstanbul’a gelmiş olan Prusyalı Julius Heinrich Petermann’ı gösterebiliriz. O Berlin’de Topçu Okulu’ndan arkadaşı olan Osmanlı subayı Ramiz ve Şevket beylerin evinde katıldığı iftarları eserinde bütün detaylarıyla anlatmıştır.
Şüphesiz Osmanlı başkentinde Ramazan ayında ortaya çıkan Müslüman/Gayrimüslim ilişkileri tek taraflı işleyen bir süreçten ibaret değildi. Nitekim bu husus Abdülaziz Beyde şu cümlelerinde açıkça vurgulanmış bulunmaktadır: “Kübera, tüccar ve esnaf İslâm olsun, Hıristiyan olsun, bütün ahbaplarına Ramazanda büyük tepsi ile baklava, kandil geceleri şeker, çörek gönderirdi. Hıristiyanlar da Paskalya’da İslâm ahbap ve komşularına kırmızı yumurta, paskalya çöreği ve portakal yollardı. … Kadınların da aralarında benzer adetleri vardı”.
Ramazan çerçevesinde Gayrimüslim Osmanlı tebaası yanında, özellikle başkentteki Avrupalıların Müslümanlarla yoğun ilişki içerisine girdikleri bir mekânda, en meşhuru Bayezid Camii avlusunda kurulan ve günlük ihtiyaç maddeleri kadar, İslâm dünyasının çok uzak köşelerinden de nadide eşyaların getirilerek satıldığı Ramazan Sergileri önemli etkileşim noktalarıydı. Bütün bunlar ve burada sözünü edemediğimiz veya unutulmuş diğer etkileşim noktaları dikkate alındığında, belki de Ramazan ayının, Osmanlı başkentinde Gayrimüslimlerin, Müslümanların hayatlarına en fazla katıldıkları, onlarla en yoğun etkileşim içerisine girdikleri bir zaman periyodunu oluşturduğu ortaya çıkacaktır. Tanzimat’ın hemen başlarında ülkemizi ziyaret eden Gérard de Nerval’e ‘Ramazan ayında İstanbul’da hoşgörü idealinin somut olarak gerçekleştiğini’ düşündüren, nihayet F. Georgeon’u aşağıdaki yargıya ulaştıran da herhalde bu gerçek olmalıdır:
“İstanbul’da, Ramazanda Müslümanlar ile Gayrimüslimler arasındaki ilişkilerden çıkan imge bir tezat yansıtır: Sanılabileceğinin tersine, bu ilişkiler oruç ayı boyunca yoğunlaşır. Oruç yüzünden yeni bir set oluşması bir yana, daha zengin bir toplum ve kültür hayatı daha fazla kaynaşmaya, cemaatler arasındaki ayırımları çoğaltmak bir yana, onların azalmasına yol açar. İstanbul’un Müslüman cemaati, kendi kimliği üstüne kapanmak yerine, daha dışa açık, daha geçirgen olup çıkar. Bu, oruç ayında toplumsal hayatın genellikle daha zengin olması; daha çok ilişki ve yaklaşma fırsatı bulunması kadar, ramazanın bu toplumsal hayatı kendine daha güvenli kılması ve bu hayatın kendini daha güçlü hissetmesi sayesindedir”.
Bilindiği gibi Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey (1842-1928), 1919-1925 arasında çeşitli gazete ve mecmualarda yayınladığı serî yazılarında, İstanbul’un âdeta beşerî ve içtimaî bir resmini verirken, Tanzimat’tan itibaren Osmanlı başkentinde Müslüman ahali ile Rum, Ermeni ve Yahudi asıllı Gayrimüslim halk arasındaki ilişkilerden de bahsetmiş, iyi geçindikleriyle ilgili dikkat çekici kesitler ortaya koymuş bulunmaktadır. Yukarıda değindiğimiz eserinde Osmanlı son döneminde âdet, merasim ve çeşitli kültür tabirlerini değerlendiren Abdülaziz Bey (1850-1918) de Türklerle Gayrimüslimler arasında olumlu ilişkilerle ilgili olarak çok enteresan bilgiler vermektedir. Buna göre İstanbul’da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında, en yaşlılardan orta yaşlılara, hattâ çocuklara varıncaya kadar, son derece olumlu komşuluk ilişkileri bulunmaktadır. Birbirlerinin evlerine teklifsiz gidebilirler, farklı dinlere mensup olmaları, karşılıklı iyi dilek ve temennîlerle komşuluk yapmalarına asla mani olmazdı. Müslümanlar Ramazanlarda diğer Müslüman komşularıyla birlikte Hıristiyanlara tepsiyle baklava gönderirler, kandil geceleri ise şeker ve çörek ikram ederlerdi. Hıristiyanlar da bunlara karşılık kendi kutsal günleri olan Paskalya’dan üç gün önce evlerinde pişirdikleri, üzerine badem, şeker ve bahar dökülmüş, kiliselerinde okunmuş buğdaydan ve Paskalya’da da kırmızı yumurta, paskalya çöreği ve portakal gibi hediyelerini İslâm ahbap ve komşularına yollarlardı. Düğünlere de karşılıklı olarak iştirak edilir, yemekler yenilirdi. Kızını evlendiren Hıristiyan, Müslüman komşularını nikâha davet eder, törenden bir iki gün sonra da damadını yanına alır, tanıdığı Müslüman büyüklerinin elini öptürmeye götürürdü.
Satırlarımı bitirirken geçmişte gerçekleştirilen bu hoşgörü ve birarada yaşama irade ve örneklerinin, günümüzde de hayat bulmasının mümkün olabileceğine olan inancımı vurgular, küçülen dünyamızın böylelikle daha yaşanılır bir yer haline sokulması hedefine odaklanmamızın gereğini hatırlar/ hatırlatırım.
Kaynakça
- Süheyl Ünver, “Ramazan Medeniyeti”, Diyanet Dergisi (Ankara 1960), s. 21-25.
- Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri, Haz. Kâzım Arısan – Duygu Arısan Günay, İstanbul, 1995, c. I.
- Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Haz. Ali Şükrü Çoruk, İstanbul, 2001.
- Bekir Tosun, “Direklerarası”, DİA., c. IX, s. 367-368.
- Cenap Şehabeddin, İstanbul’da Bir Ramazan-1920 Ramazanı, Yay. Haz. Abdullah Uçman, İstanbul, 1994.
- François Georgeon, “İmparatorluktan Cumhuriyete İstanbul’da Ramazan”, Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak, Der. François Georgeon-Paul Dumont, İstanbul, 2000, s. 41-136.
- İlhan Pınar, Alman Gezginlerin Gözüyle 19. Anadolu Şehirleri, İzmir, 1998.
- Metin And, “Tanzimat ve Meşrutiyet Tiyatrosu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, Tarihsiz, c. VI, s. 1608-1628.
- Metin And, “Karagöz”, DİA., c. XXIV, s. 401-403.
- Necdet Sakaoğlu, “1892 Ramazanı’nda Direklerarası”, Tarih ve Toplum, c. XIII, S. 76 (İstanbul Nisan 1990), s. 50-53.
- Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971, c. II, s. 732-736.
- Subutay Hikmet Karahasanoğlu, “Doksanbeş Yıl Önce Şehzadebaşı’nda Ramazan Temaşası”, Tarih ve Toplum, c. XVII, S. 99 (İstanbul Mart 1992), s. 46-50.