Hadis
Dünyalı Peygamber – Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
(İzmir) Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
İnkârcılar, “Muhammed’e onu desteklemek üzere bir melek gönderilse (biz de görsek) olmaz mıydı?” derler… (En’âm, 6/8)
Küfürde direnenler şöyle diyorlar: “Böyle peygamber mi olur? O da diğer insanlar gibi yiyor içiyor, çarşı pazar dolaşıyor. Hiç olmazsa onun yanına bir melek verilmeli ve halkı onunla birlikte uyarmalıydı! (Madem böyle bir şey olmuyor) hiç değilse kendisine bir hazine indirilmesi ya da onun da bizim de içinden yiyip içebileceğimiz bir bahçesinin olması gerekmez miydi?..” (Furkan, 25/7-8)
İnkârcılar, “Tanrısından Muhammed’e, açıkça görebileceğimiz bir mucize indirilseydi ya!” demektedirler. Sen onlara de ki: “Mucize indirmek Allah’ın elindedir. Bilin ki ben sadece uyarıcıyım.” Hem kendilerine okunan bu kitabı sana indirmemiz (mucize olarak) onlara yetmiyor mu? Şüphesiz bu Kur’ân’da dünya ve ahrette mutlu olmanın yollarını gösteren ilke, uyarı ve öğütler vardır, fakat bunu yalnızca inanan kimseler anlar.” (Ankebut, 29/50-51)
Bu ve benzeri ayetler bize müşriklerin peygamber tasavvurunu anlatmakta, fakat bütün bunlar gerçekleşse bile onların yine de inanmayacakları Allah tarafından kesin bir dille ifade edilmektedir. İlginçtir ki bu kadar açık dile getirmeseler de günümüzdeki bir kısım dindar Müslümanlar da Hz. Peygamber (as)’ı yukarıda talep edilen benzer niteliklerle tavsif etmekte ve onu bu dünya şartlarından, din diliyle sünnetullah dediğimiz varlık âleminin bağlı olduğu ilahi kanunlardan soyutlayarak yücelttiklerini düşünmektedirler. Böyle yapmakla farkında olmadan O’nun hayatımızdan çıkmasına zemin hazırlamakta ve bize örnek olması bakımından O’nu gerçeklik ilkesinden uzaklaştırmaktadırlar. Oysa Kur’ân’a ve onu en güzel şekilde hayatına yansıtan Hz. Peygamber (as)’ın faaliyetlerine baktığımızda O’nun ne kadar dünyalı, yani dünyadaki ilahi yasaların gereğini yerine getiren biri olduğunu açıklıkla görmekteyiz. O’nun hayatıyla ilgili şu basit tespitler bu düşüncemizin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.
Efendimiz (as) peygamberlik görevini alması sonrasında “kalk ve toplumu uyar!” emrini alır almaz tabir caizse canını dişine takarak tebliğ faaliyetine başlamış, çarşı-pazar-panayır demeden dolaşmış, umduğu başarıyı elde edemeyince Taif’e yolculuk yapmış, akabe bey’atleriyle Medine’ye açılmanın yollarını aramıştır. Bütün bunları yaparken gördüğü manevi baskılar yanında fiili saldırılara maruz kalmış, zaman içinde taşlanmasına, dişinin kırılmasına, yanağının parçalanmasına varan eziyetlerle karşılaşmıştır. Kâinatın Efendisi gibi çok özel vasfı bulunan bu son peygamber için Allah gökten azap göndermemiş ya da peygamberini görünmez bir zırh ile bu fiili tecavüzlere karşı korumamıştır.
Dünyalı bir peygamber nitelemesi için O’nun hicreti güzel bir örnektir. Medine’ye hicret etmeden önce kendisi günlerce düşünüp plan yapmış, müşrikleri yanıltmak için yatağına Hz. Ali’yi yatırmış ve arkadaşı Hz Ebu Bekir (ra) ile birlikte müşriklerin takibinden kurtulmak için Medine’ye aksi istikamette olan Sevr dağı istikametine gitmiştir. Dağa çıkarken de dağın değişik katmanlarında bulunan mağaralara sığınmayı tercih etmek yerine en zirveye çıkmayı ve mağara bile denemeyecek üç kayayla oluşan bir kovuğa sığınmayı tercih etmiştir. Siyer kitaplarında okuduğumuza göre Allah onları örümcek ağı ve güvercin yuvası ile müşriklerin gözünden saklamış ise, bunu daha aşağılarda ve sığınma açısından daha müsait diğer mağaralarda da yapabilir, peygamberini zirveye kadar yormazdı. Evet, Allah’ın yardımı haktır ve peygamberine yardım etmiştir. Fakat O’nun bu yardımı Peygamber (as) elinden geleni yapmadıkça, yani sünnetullah gereği sebepleri tüketmedikçe gerçekleşmemiştir. Efendimiz (as) Sevr dağındaki mağarada üç gün kalmış, bu süre içinde kendisine yemek semadan değil Esma’dan, yani Hz. Ebu Bekir (ra)’ın kızından gelmiştir. Bu esnada kendilerini Medine’ye salimen ulaştırabilecek bir rehber araştırılmış ve yolculuklarını bulunan bu rehberin yöntem ve taktikleri neticesinde sorunsuz olarak tamamlayabilmişlerdir. Oysa dünya şartlarından soyutlanmış, tabir caizse her şeyi sihirli söz ve dokunuşlarla çözebilen bir peygamber olsaydı mağarada iken gökten yemek indirtir, yolculukta Cebrail ile uzaktan kumanda ile haberleşerek bir insan rehbere ihtiyaç duymazdı.
Hz. Peygamber (as)’ın amcası Abbas’ı Mekke’de istihbarat şefi olarak bırakması ile ilgili de aynı durum söz konusudur. O hiçbir zaman “ben ayrıldıktan sonra Mekke’li müşriklerin hile ve tuzaklarını nasıl olsa Allah bana bildirir” gibi bir düşünce içinde olmamış, kendisi beşeri planda hesabını yapıp tedbirini almıştır. Hicret sırasında konakladığı Ranuna vadisinde epeyce bir süre kalmış, yol yorgunluğunu üzerinden atıp kendini toparlamış, özellikle kendisini tanımayan Medine’li Yahudiler ve diğer eşrafın huzuruna dinç ve bakımlı bir görünümle çıkarak onlar üzerinde hayranlık uyandırmıştır.
Medine’ye geldiğinde nüfus sayımı yaptırması, Yahudi kabileleriyle anlaşmalar yapması, Ensar-Muhacir kardeşliğini tesis etmesi, Malını yurdunu terk edip muhtaç olan sahabileri ticarete yönlendirmesi, pazarda piyasa kurallarını işletmesi Hz. Peygamber (as)’ın bütün işlerini siyasi, sosyal ve ekonomik kuralların gerektirdiği dünya şartlarına göre düzenlediğinin en güzel kanıtlarındandır. Hatta hayat pahalılığından şikâyet eden ve fiyatların ucuzlaması için kendisinden dua isteyen sahabiye Hz. Peygamber (as)’ın, bu hususun tamamen arz-talep dengesiyle ilgili olduğu anlamına gelebilecek bir cevap vermesi, böyle şeylerin Allah’a dua ile değil piyasa kurallarının gerçekleştirilerek düzeleceğine dair çok güzel bir örnektir. Tarım ürünlerin ithal edildiği Mekke’de çeşitli haksızlıklara sebep olmasından dolayı selem akdini (tarım ürünleri ile alakalı para peşin mal veresiye şeklindeki alış-veriş akdi) yasaklayan Hz. Peygamber (as), bir tarım beldesi olan Medine’de pek çok ticari muamelenin selem akdi ile gerçekleştiğini görmesi üzerine Mekke’de verdiği hükmü değiştirmiş, haksızlığa yol açabilecek bazı hususları önleyecek şartlar koyarak selem akdini Medine’de serbest bırakmıştır. Bu da Hz. Peygamber(as)’ın gerçeklik ilkesine bağlı dünyalı bir peygamber olduğunun bir başka örneğidir.
Dünyalı peygamber dünya işlerinde yanılabilen, ortak akla önem veren, gerektiğinde hanımlarına danışıp onlardan fikir alabilen, savaşta hendek kazılması yöntemini Arap olmayan bir sahabinin teklifiyle uygulayabilen, gaipten haber vermeyen, seven, kızan, savaşan, hanımlarıyla problemler yaşayan, affeden, gülen, ağlayan, acıkan, yorulan, uyuyan, unutabilen kısacası normal insan vasıflarıyla muttasıf bir kişidir. İşte böyle bir kişilik olarak da insanlık için bir örnektir. Çünkü her sıkıştığında olağanüstü yetenekleriyle mucizeler yaratan, Allah’tan istediği zaman yardım alan bir kimse, bu yetenek ve imkânları olmayan insanlar için örnek olamaz. Örnek insan, örnek olduğu insanlardan farklı olmayan, sünnetullah açısından onların sınırlarıyla sınırlı olandır. Bu durum O’nun sıradan, değersiz ve vasıfsız bir insan olduğu anlamına asla gelmez. O elbette ki Yüce Allah tarafından seçilme lutfuna ermiş, şairin ifadesiyle “taşlar arasında bir yakut” misali çok çok değerli bir kişiliktir. Biz burada dünyalı peygamber ifadesiyle uzaylı olmayan, harikulade vasıfları ve uçan kaçan sıfatları bulunmayan bir insan kişiliğine sahip, ayakları yerde bir insan peygamberi kastediyoruz. Bununla da O’nun ümmeti olan bizlerin, O’nun çalışmaya, çabalamaya, didinmeye, özetle sünnetullaha ve sonrasında da ancak sebepler tükenince tevekküle dayalı hayat tarzını örnek almasını amaçlıyoruz. O, sebeplere sarılmayı hiç terk etmedi. İnandı, inancının gereğini yaptı ve başardı. O’nu örnek alan her kim olursa olsun mutlaka başaracaktır.
O halde gelin müşriklerin yarı alayla çizdikleri peygamber profilini, sevgi adına, yüceltme adına kendi inanç dünyamıza resmederek insanlığın en mükemmel rol modelini hayatımızdan çıkarmayalım. Unutmayalım ki, gerçeklik ilkesiyle örtüşmeyen rol model kişilikler dünya gerçekleri karşısında bir anlam ifade etmezler.