Hadis

Hz.Peygamber’i (sas.) Her Çeşit Taklid, Onu Örnek Almak Değildir – Prof. Dr. Mehmed Said HATİPOĞLU

Prof. Dr. Mehmed Said HATİBOĞLU

Rasulullah (sas.) Efendimiz tarihi olarak M. 6. yüzyılda dünyayı teşrif etmişler, kendisinin peygamber olacağını bilmeyen bir insan olarak büyümüşler. 40 yaşlarına gelince kendilerine vahiy nazil olmuş, vahiy daha sonra 23 sene zarfında birike birike bugün elimizdeki cildlik bir kitab, Kur’an-ı Kerim vücud bulmuş. Peygamber (sas.), dediğimiz gibi, Arabistan’ın Mekke şehrinde doğan bir insandır ve bu insanı biz, getirdiği kitabla en doğru şekilde tanıyabilme imkânına sahibiz. Bize Peygamberimiz’i anlatan en doğru kitab Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’de Rasulullah’la ilgili pek çok ayetler görüyoruz ve bu ayetlerde en başta onun sair insanlardan fizikî bakımdan farksız, onlar gibi bir insan olduğu vurgulanıyor. Sair insanlardan farklı tarafı olarak da, kendisine vahiy gönderilmiş olduğuna defaatle işarette bulunuluyor. Şu hâlde Rasulullah’ın sair insanlardan farklı olan yanı, vahiy alıyor olması ve onu tatbik etmekle vazifeli kılınmasıdır.

Kur’an-ı Kerim ayetlerinden öğrendiğimiz kadarıyla Rasulullah, getirdiği o vahiyleri hem kendisi tatbik edecek, hem de Ümmetini tatbik eder hâle getirecektir. Yani Kur’an-ı Kerim sadece bir ‘okuma kitabı’ olmayacak, aynı zamanda ihtiva ettiği ilahi mesajın fizikî dünya dediğimiz bu hayatta tatbik edilmesi sağlanacaktır. Kendi devrinde Rasulullah bu vazife ile mükellefti ve bu istikamette çalışarak 63 yaşlarında vefat etti. Kendi hayatı müddetinde, hayatının sonlarında İslamiyet’in tamam olduğu, İslam inancının bütün âlemde tebliğ edilmiş bulunduğu Kur’an dilinde yazılıdır. Şu hâlde biz İslam’ı öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i iyi öğrenmekle mükellefiz. Ve dolayısıyla hem Peygamberimiz’i, hem de Peygamberimiz’in getirdiği mesajı Kur’an-ı Kerim’den ana hatlarıyla öğrenme imkânımız vardır.

Kur’an-ı Kerim’in anlattığı Peygamber’le, daha sonra teşekkül etmiş olan İslam kültür kaynaklarında tasvir edilmiş Peygamber arasında bazen muazzam farklar görülür. Biz bunu müşahede edebiliyoruz. Peki, bunun sebebi nedir? Bu, insan varlığının tabiatından kaynaklanıyor. Bir kimse, karşısındaki zatı nasıl anlayabilir? Biz de, mesela o insanla seyahat etmediysek, onunla oturup kalkmadıysak, o insanla beraber bazı hayat tecrübeleri yaşamadıysak, onu tam olarak anlayamayız. Böyle olunca Rasulullah’ın yanında büyümüş, onunla İslam’ın davasını yürütmüş kimselerin Peygamber anlayışı başka olur, daha sonra O’nu öteki kaynaklardan, ikinci, üçüncü kaynaklardan öğrenmiş olan kimselerin Peygamber anlayışı farklı olur. Sonraki asırlarda Rasulullah’la ilgili yazılmış kitabların hemen hemen bütününde O’nun Kur’an-ı Kerim’den farklı bir şekilde anlatılmış olmasının başlıca sebebleri bunlardır. Yani insan unsurundan, insan kültür seviyesinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Böyle olunca, o tip eserlerde eğer Rasulullah’ı tahrif edilmiş bir şekilde bir anlatış varsa, biz bunun kaynaklarına inmekle ve o kaynaklara göre onları düzeltmekle mükellefiz. Bu işi tam yapamadığımız zaman, tahrif edilmiş, değiştirilmiş, deforme edilmiş bir peygamber anlayışıyla karşılaşmamız mukadder oluyor. Maalesef hâlâ günümüzde de durum budur. Çünkü bugün Rasulullah’ı kendi devrinin kültürel şartları içinde anlama imkânı pek kalmamıştır. İslam bütün dünyaya yayıldığı zaman dünyanın muhtelif yerlerindeki kültürel unsurlarla Müslümanlar karşılaştılar ve o kültürel unsurlarla Rasulullah’ı anlatmaya kalkıştılar. Adam eskiden diyelim Zerdüşt’ü nasıl tanıdıysa, Zerdüşt’te faziletmiş gibi gördüğü şeyleri Rasulullah’ta görmeye kalkıştı bu defa. Adam eskiden diyelim Hıristiyandı, Hıristiyanların anlattığı bir Hz. İsa’daki vasıfları bu defa Rasulullah’ta görmeye kalkıştı. Hakikaten de nübüvvetle ilgili, Peygamberimiz’in fezaili ile ilgili yazılmış kitablarda mesela eski peygamberlere verilmiş olan bütün mucizelerin Rasulullah’a da, hatta fazlasıyla verilmiş olduğunu iddia eden âlimlerimiz vardır. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de Rasulullah’a fizikî, maddi diyebileceğimiz hiçbir mucizenin verilmediği beyan edilmektedir. Peki, hem Kur’an böyle söylüyor, hem de bunun dışında kaynaklarımızda yığınla mucize rivayetleri var. Bu durumu nasıl telif edeceğiz?

Bunun telifi, o ilk kaynaklara kadar inip, kültürel etkileşimin tesirini ortaya çıkarmakta yatıyor. Bizim bugün Rasulullah’ı gerçek hüviyetiyle anlayabilmemiz için o eski kültürel kaynakları tahlil etme mecburiyetimiz ortaya çıkıyor. Bunları görmeden, eski asırlarda Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın nasıl anlatıldığını ortaya çıkarmadan, Rasulullah’a isnad edilmiş olan bu tip rivayetleri aydınlatmak mümkün olmuyor. Onun için, kültürlü Müslümanlara düşen en büyük vazifelerden birisi, geçmiş kültürün bütün bu kaynaklarını tahlilden ve tenkidden geçirme zaruretidir.

Peygamber Efendimiz’i en doğru anlatan Kur’an-ı Kerim’dir dedik. Ama bu kaynak yeterlimidir? Yeterli olmuyor. Niçin? Çünkü Kur’an-ı Kerim, dediğimiz gibi bir cildlik bir kitab. Bu bir cildlik kitabın içinde geçmiş asırların hâdiseleri yatıyor, kıssaları yatıyor, ibret alınacak dersler var. Bu derslerin mahiyetini öğrenmeye kalktığınız zaman, geçmiş kültür kaynaklarına müracaat ihtiyacı duyuyorsunuz. Onun içindir ki, daha, üçüncü hicrî asırda yetişmiş bir Taberî’nin Kur’an’ı anlamak yolunda yazdığı tefsiri otuz cild tutmakta; VI./XII. asırda İbn-i Akîl’in yazdığı Kitâbu’l-Funûn bazılarına göre altı yüz cildi bulmaktadır. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i, yani bir cildlik bir kitabı anlatmak için yazılmış… Bakınız, Rasulullah’ın zamanında bir cild tutan Kur’an’ı bugün anlatmaya tahsis edilmiş kitabları toplarsanız, odalar almaz. Demek ki Kur’an’ı anlamaya ihtiyaçları vardı, bunları yazdılar. Kur’an’ın sadece metni kâfi gelmemiş.

Peki, niçin kâfi gelmemiş? Çünkü Rasulullah’ın getirdiği Kur’an-ı Kerim, miladi altıncı asra aid bir eser gibi görünse de, içinde ta Hz. Âdem’den beri gelen kıssalar, dersler var. Bu derslerle ilgili olarak kültür dünyasında sonsuz derecede malumat var. Onun için bunları bizim müfessirlerimiz toplamışlar. Toplamışlar da, bunların hepsi doğrumu? Hayır. İşte esas problem burada. Siz o toplanmış malzemenin hangisi doğru, hangisi eğri, bunu tam olarak tesbit etmemişsiniz, edememişsiniz Müslüman olarak. Problemimiz buradan kaynaklanıyor.

Sonra Kur’an-ı Kerim size sadece ahlaki talimat vermemiş, bu ahlaki talimatın içinde, fiiliyata akseden kanunlarını da vermiş. Mesela bizim fıkıh (İslam hukuku) dediğimiz kısım, Kur’an-ı Kerim’in insanın insanla olan ilişkilerine ilişkin mevzuatıdır. Bu mevzuatın içinde Rasulullah’ın kendi devrini ilgilendiren hususlar da olabiliyor. Rasulullah vefat ettikten sonra mesela bazı ayetlerin tatbik imkânı kalkıyor ortadan. Mesela, tarihî bir örnek verelim: Rasulullah’ın (sas.) zevceleriyle, başkalarının evlenilmesi yasak kılınmıştır. Peki, bu evlilik hükmü, devam edip gittimi? Bunun bir tatbik değeri varmı? Rasulullah vefat ettikten sonra, bunun sadece tarihî bir değeri kalmıştır. Peygamber artık hayatta olmadığı için, bu ayetin bir örneklik değeri yok bizim için. Ama buradan çıkaracağımız bir ders olabilir. Rasulullah’a olan hürmetimiz, bizi o hanımlarla başkasının evlenmesine müsaade etmiyor, ahlaken. Bu dersi çıkarıyoruz sadece. Ama tatbik değeri yoktur hiçbir şekilde.

“Peygamber’i yüceltmeyin”, şeklinde bizi uyaran ayetler varken bile, eğer bizim samimi müslümanımız Peygamberimiz’i başka türlü anlatıyorsa, bunun altında psikolojik sebebler olması icab eder. Bazı Müslümanlara göre, Peygamber bizim gibi normal bir insan olamaz. Bu kanaat var pek çok müslümanda. Madem o Peygamber’dir, o hâlde bizden farklı olmalıdır diye düşünüyor. Bu yanlış bir hükümdür. Bu farklılık noktasından hareketle Rasulullah’a sair insanlardan farklı pek çok faziletler yüklüyorlar. Kur’an’da istediği kadar onun diliyle: “Ben de sizin gibi bir beşerim”, desin, Müslüman, bir türlü bununla yetinmiyor. Psikolojik bir hastalıktır bu. İsmi Profesör olan büyük adamlarda bile görürsünüz bunu. Muasır bir isim vereyim: Vehbi Zuhaylî. Yazdığı o cildlerce İslam Fıkhı Ansiklopedisi’nin başlarında yazıyor Zuhaylî, Peygamber’in (sas.) idrarı, kazuratı, kusmuğu, şusu busu hepsi tâhirdir (temizdir)! Hâşâ! Eğer böyle bir şey olsaydı, biz sahabeden böyle bir tatbikat görür bulamazsak: “Niye israf etmişler Peygamberimiz’in kazuratını?” diye suçlamaya giderdik. Yok, böyle bir şey. Ama benim insanım, 21. asrın insanı bile Peygamberi’nde kendisinden çok farklı, beşer üstü bir şey görmek istiyor. Tekrarlayalım, bu psikolojik bir zaaftır, hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmak lazım. Kurtulabilmek için Profesör olmaya da ihtiyaç yok. Fakat peşin hükümle dolu iseniz, Profesör olsanız bile bu hastalığa düşebiliyorsunuz.

Bu hastalıktan kurtulmak için bir defa bu hastalığa mâruz kalmış olan ulemamızı ilk asırlardan itibaren tesbit etmek zaruretindeyiz. Bakın yanlışımız buradan çıkıyor. Biz diyoruz ki, İmam-ı Muhammed büyük adamdır. İmam, bugün otorite demektir. Otorite olunca ne oluyor? Bunun her söylediği doğru oluyor. İşte en büyük yanlışlarımızdan birisidir bu. En büyük adamlar dahi yanlış yapabilir. Yanlış söyleyebilir, yanlış inanabilir. Bunu böyle kabul etmedikçe İslam dünyasına kurtuluş yoktur. Ben bunun misallerini hayatım boyunca verdim. Kaç defa yazdım. Pratik bir misal vereyim. İmam-ı Muhammed (ki kendisi H. 2. asrın adamıdır) bunu kitabında, Siyer-i Kebîr’inde yazıyor. Seferde Rasulullah çadırda iken Hz. Bilâl, ona abdest alması için su getirmiş. Abdestini aldırmış, çıkmış çadırdan, o kovadaki suyu atıvermiş Bilâl. Yakınında bir iki sahabe hemen koşuşmuşlar, yere dökülmekte olan suyla ellerini ıslatmışlar. Yetişemeyenler de eli ıslak olan zatların ellerine dokunmuşlar. Rivayet kısaca bu. Bu hâdise neyi gösterir? Eğer doğru rivayet ise, deriz ki o bir iki küçük sahabî, Rasulullah’a o kadar sevgi ile dolu ki, O’nunla temas etmiş bir suya kendilerinin de temas etmesini Peygamber aşkı adına lüzumlu görmüşler. Fakat imamımız bununla yetinmiyor ve işin ilmî felaketi bundan sonra başlıyor. İmam-ı  Muhammed: “Bazı küçük sahabiler Rasulullah’a olan aşkları yüzünden O’nun kullanıp attığı suya dahi hürmet beslemişler, ama böyle hürmetin dinde yeri yoktur.” deseydi, başımızın üstünde idi. Lakin böyle demiyor. Ne diyor? “Bundan şu çıkar ki, müsta’mel su temizdir”. İşte allamenin sapıtması buradan kaynaklanıyor. Müsta’mel su her zaman temiz olmaz. Bir imam olarak sen bu hükmü veremezsin. Mü’min olarak, elini, yüzünü yıkadığın böyle bir su temiz olur diyemezsin. Bu ilmî fecaattir, cinayettir. Ama bunu ‘İmam’ dediğiniz adam kitabına yazmış. Şimdi sen, bu imamların söylediği her söz doğrudur dersen, o kitablarda yazılan her şey doğru olur. İşte İslam’ın ve Peygamber anlayışımızın sakatlanmasının yolları buralardan geçiyor. İşte ben ve benim gibi adamlar da diyorlar ki, Rasulullah’ı anlatmaya ve umumi olarak İslam’ı anlatmaya hasredilmiş olan bu kitabların ilmî tenkidi yapılmadıkça biz bugün hakkıyla Müslüman dahi olamayız.

İmam-ı Muhammed, Hz. Muhammed’i (sas.) görmüş değil. Onunla beraber yaşamış değil. Eğer O’nun çevresinde bir sahabi olmuş olsaydı, böyle fikirleri ortaya atmasına imkân bulamazdı. Ama şuna da ihtimal veriyorum ki, sahabe dahi olsa, eğer kendi psikolojik yapısı Rasulullah’ı tam aksettirmeye müsait değilse, gene farklı davranabilir. Çünkü bunun sahabilerden de örnekleri var. Mesela İbn-i Ömer, kendi babasının tam aksi bir psikolojik yapıya sahibdi. Hadis kitablarımızda var; Arafat’tan inip gelmiş bir vadide oturmuş yere, –affedersiniz– abdestini bozacak şekilde davranıyor ve kalkıyor. Abdest filan bozmuyor. “Yâ İbn-i Ömer, niye yaptın bunu?” diyorlar, “Peygamber (as.) buradan geçiyorken bu noktada abdestini bozmuştu.” Böyle yapmayı Sünnet zannediyor! Bu rivayet, Rasulullah anlayışında ilk sapmaların bir örneğidir. Rivayet doğru işe bu davranışı İbn-i Ömer muhakkak ki hulus-i kalble yapıyor, hiç şübhem yok. Peygamber sevgisiyle yapıyor, ama bu sevgiyle sergilediği hareket Sünnet falan değildir. Peygamber’i her çeşit taklid, Peygamber’i örnek almak asla değildir.

Peygamberimiz’den iki asır sonra dahî O’nun sünnetini öğrenmekle ve yaymakla ömrü geçmiş hadîs imamı Ahmed ibn Hanbel hakkında bile böyle bir yanlış hürmetin misali vardır. Kendi devri fikir düşmanı bir Kureyşli Abbasi halifenin zulmünden kaçmak için bir arkadaşının evinde saklandığı zaman bu muhterem âlimin üç günden fazla evde kalmak istemediği nakledilir ve sebeb olarak da Resulullah’ın Hz. Ebu Bekir ile Hicret sırasında saklandıkları mağarada kaldıkları müddete riayet etmek istediği söylenir.

Kısaca söylemek gerekirse, Kur’an-ı Kerim’in bize kazandırmak istediği prensipleri, ana ölçüleriyle iyi öğrenmek lazım. O zaman insanda bir anlayış seviyesi teşekkül eder. O seviyeye gelebilmiş kimseler, herhangi bir rivayetle karşılaştıkları zaman, “bunun doğru olması mümkün değildir; bu Kur’an’a aykırıdır” diyebilirler. Onun için Sünnet’i öğrenmekte bile temel kaide Kur’an’ı iyi anlamak, onu iyi anlamış adamların ışığında öğrenmektir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

three × 4 =

*

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün