Hadis
Hz. Peygamber’in Nezaket ve Merhameti – Prof. Dr. Saffet KÖSE
Prof. Dr. Saffet KÖSE
Konya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Hz. Peygamber’in en önemli özelliklerinden birisi O’nun merhameti ve bundan doğan nezaketidir. İnsanları birbirine yaklaştıran, gönülleri kaynaştıran da bu tutumdur. Türkçede nezaketin karşıtı olarak kabalık kelimesi kullanılır. Kabalık, kırıcılık nefret uyandıran ve katlanılamaz özelliğiyle ikili ilişkileri bozan bir yapıya sahiptir. Eğer bu tavır kurumların başındaki idarecilerde bulunursa o kurum ayakta kalamaz.
Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde O’nun nazik bir insan olduğu açık bir biçimde görülür. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim de O’nun bu özelliğini öne çıkarır: “Sen Allah’ın rahmeti sayesinde insanlara yumuşak ve nezaketle davrandın. Eğer katı kalpli taş yürekli olsaydın insanlar etrafından dağılır giderlerdi.”(1) Nitekim O, uyarmayı düşündüğü hususlarda hiç kimseyi mahcup etmemiş, “bazı kimselere ne oluyor ki” gibi ifadelerle genele hitap etmiştir. İşte O’nun hayatından nezaket örnekleri:
Mikdad b. Esved (r.a.) anlatıyor: İki arkadaşımla birlikte Medîne’ye gelmiştik. Karnımız çok açtı. Misafir olmak istediğimiz hiç kimse bizi kabul edemedi. Biz de Hz. Peygamber’e geldik. O’nun dört keçisi vardı. Hz. Peygamber keçileri sağıp sütünü dörde taksim etmemi ve herkesin hissesine düşeni vermemi söyledi. Ben de öyle yaptım. Hz. Peygamber daha sonra içmek üzere kendi payına düşen sütün üzerini kapatıp dışarı çıktı. Ben de sütümü içip yatağa uzandığımda aklıma Hz. Peygamber’in sütünü içmek geldi. Çünkü “Rasûlullah, Ensardan birisine uğramış ve doyuncaya kadar yemiş, kanıncaya kadar da içmiştir” diye düşündüm. Böyle düşünürken kalkıp O’na ayrılan sütü içtim ve kabın ağzını tekrar kapattım. Şöyle üzerime bir örtü çektim ve uzandım. Ama bundan sonra “Rasûlullah da aç ise ve geldiğinde yiyip içecek bir şey bulamazsa ben ne yaparım” diye hayıflanmaya başladım. Ben bu durumda iken Rasûlullah içeri girdi ve uyanık olanın ancak duyabileceği, uykuda olanıda asla uyandırmayacak bir ses tonuyla selam verdi. Sonra doğruca süt kabına gitti. Fakat süt bulamadı. Bunun üzerine “Yâ Rabbi! Beni doyuranı sen de doyur, beni sulayanı sen de sula” diye dua etti. Ben hemen duayı fırsata dönüştürmeyi istedim ve O’nun bu duasına layık olmak için bir bıçak alıp keçilerin yanına gittim. Hangisi semiz ise onu keseyim de Rasulullah’a bir ziyafet çekeyim ve böylece O’nun duasına nail olayım diye düşündüm. -Çünkü peygamberlerin duası makbuldür.- Bir de baktım ki hayvanlar tekrar sütlenmişler. Onları süt kabına sağdım ve Rasûl-i Ekrem’e getirip: “İç Ya Rasûlallah” dedim. Hz. Peygamber bu nedir diye sordu. Ben de: “İç Ya Rasûlallah ondan sonra anlatayım” dedim. Hz. Peygamber doyuncaya kadar içti. Bir miktarını da ben içtim, peşinden de Hz. Peygamber’e olayı anlattım ve: “YâRasûlallah biz bu hayvanları yeni sağmıştık. Gittiğimde tekrar sütlü buldum. Bu nasıl oldu?” diye sordum. Hz. Peygamber de: “Allâh’ın bize gökten indirdiği berekettir” buyurdu.(2)
Bu olayda Hz. Peygamber’in nezaketi açık biçimde gözükmektedir. Birincisi misafirleri kabulü sırasındaki tavrı, ikincisi eve girerken verdiği selamla gürültüyü tasvip etmediği ve rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla verdiği selam, üçüncüsü de evinde misafir ettiği kişilerin O’nu dinlemeyip sütünü içmelerine gösterdiği sükûnet.
O kendisi için dahi imtiyaz istememiştir. Şu olay oldukça dikkat çekicidir. Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet edildiğine göre: Bir gün Hz. Peygamber insanlara yardım malzemesi dağıtırken oraya gelen bir adam O’nun üzerine abanmıştı. Bundan rahatsız olan Hz. Peygamber elinde bulunan bir değnekle onu dürtüp dikkatli olmasını istemişti ki değnek onun yüzüne gelerek çizmişti. Hemen Hz. Peygamber onu yanına çağırıp değneği eline vererek aynı hareketi kendisine uygulamasını (kısas gereği) istedi. Fakat adam Hz. Peygamber’e kendisini affettiğini söyleyip kısas uygulamaktan vazgeçti.(3) Bizzat Hz. Ömer de: “Hz. Peygamber’in kendisine kısas yaptırmak istediğini gördüm” demektedir.(4)
Abdullah b. Mes‘ûd anlatıyor: Bedir günü üç kişiye bir deve düşüyordu. Ben ve Ebû Lübâbe Hz. Peygamber’le aynı deveyi nöbetleşe binmek üzere paylaşacaktık. Yürüme sırası Hz. Peygamber’e geldiğinde O’nun yürümesine gönlümüz razı olmamış ve Hz. Peygamber’in deveye binmeye devam etmesini ve yürümek istediğimizi söylemiştik. Bunun üzerine Hz. Peygamber bize: “Siz, benden daha güçlü değilsiniz, sizden daha az sevaba muhtaç değilim” buyurdu.(5)
Abdullah b. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber ile bir yolculuk halinde bulunuyorduk. Ben babam Ömer’e ait biraz hareketli, dizginlenmesi zor genç bir devenin üzerinde idim. Deve beni pek dinlemiyor topluluğun önüne geçiveriyordu. Babam Ömer onu engelliyor ve geriye çekiyordu. Bu olay epey bir tekrarlanınca Hz. Peygamber babama: “Ya Ömer onu bana sat!” buyurdular. Babam da: “O senindir Yâ Rasûlallah!” dedi ve sattı. Sonra da bana: “O senindir Ya İbn Ömer. Onu al ve dilediğin gibi bin” buyurdular.(6)
Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre siyah tenli bir kadın (Ümmü Mihcen) mescidi süpürüyordu. (Bir gün) Rasûlullah (s.a.v.) O’nu görememiş ve O’nu sormuştu. Oysa sahabe, O’nu çok fazla önemsemedikleri için öldüğünü Hz. Peygamber’e haber vermeden götürüp cenazesini defnetmişlerdi. Bunu duyan Rasûlullah (s.a.v.): “Bana haber vermeli değilmiydiniz?” diye serzenişte bulundu ve O’nun kabrini kendisine göstermelerini istedi. Gidip kabrinin üzerinde cenaze namazını kıldı.(7)
Hz. Peygamber sadece insanlar için değil bütün varlıklar için bir rahmet olmuştur. O’nun nezaketinden bütün varlıklar hissesini almışlardır. Mesela Sevâde b. er-Rabî’in anlattığına göre Hz. Peygamber kendisine: “Evine döndüğünde hane halkına söyle hayvanlara iyi baksınlar, buzağıların gıdasını tam olarak versinler, tırnaklarını da kessinler ki hayvanları sağarken onların memelerini incitmesinler.”(8)
Abdullah b. Ca‘fer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ensardan bir adamın bahçesine girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Deve, Rasûlullah’ı (s.a.v.) görünce inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onun yanına gelip başını okşadı ve hayvan sakinleşti. Peygamber (s.a.v.): “Bu devenin sahibi kimdir, kimindir bu deve?” diye sordu. Ensardan bir genç gelip; “Ey Allah’ın Rasûlü o benimdir” dedi. Peygamber (s.a.v.)’de: “Allah’ın senin emrine verdiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti” buyurdu.(9)
Bu konuda sahabeden Sümâme b. Üsâl’i de (ö.12/633) zikretmek konuyu aydınlatıcı özellik arz edecektir. Şöyle ki: Müslümanların en azılı düşmanlarından olan Yemâme halkının lideri Sümâme’yi Hz. Peygamber’in Necid bölgesine gönderdiği bir süvari birliği yakalayıp mescidin direklerinden birine bağladılar. Rasûlullah (s.a.v.) üç gün boyunca karşısına geçip O’nu İslâm’a davet etti ve O’na çok iyi davrandı. Bol bol yiyecek gönderdi. Her defasında O’na: “Fikrin nedir?” “Şimdi sana ne yapmamı umuyorsun” veya “İslâm hakkındaki düşüncen nedir?” diye sordu ve O da aynı şekilde: “Hayırdan başkası değil” şeklinde cevap verdi ve ekledi: “Eğer beni öldürürsen kan sahibi birini öldürmüş olursun “öldüreceğin adam şanı-şerefi olan bir reistir, çevresi kanını yerde bırakmaz” veya “Sümame ölümü hak etmiştir, O’nu öldürmekten dolayı sorumlu tutulmazsın”, ama bir iyilikte bulunursan iyiliğin kıymetini bilen birisine iyilik etmiş olursun. Eğer mal istiyorsan iste isteyebildiğin kadar.” Üç gün aynı şekilde cereyan eden bu diyalogdan sonra Rasûlullah (s.a.v.), Sümame’nin serbest bırakılmasını istedi.
Hz. Peygamber’in kendisine düşmanlıkta sınır tanımayan bir kimseye gösterdiği bu insanlık karşısında Sümame Mescide yakın bir hurmalığa gitti. Orada bulunan suyla yıkandı, sonra mescide girip şehadet getirerek Müslüman oldu ve şu itirafta bulundu: Yâ Muhammed, vallahi şimdiye kadar yeryüzünde senden daha çok nefret ettiğim bir başka kimse yoktu; ama şimdi senden daha sevimli kimse yok. Şimdiye kadar yeryüzünde senin dininden daha çok nefret ettiğim bir başka din yoktu; ama şimdi senin dininden daha sevimlisi yok. Şimdiye kadar yeryüzünde senin yaşadığın yerden daha çok nefret ettiğim bir başka yer yoktu; ama şimdi oradan daha sevimli bir başka yer yok. Süvarilerin beni yakaladığında umre yapma niyetindeydim. Ne buyurursun? dedi. Resûlullah (s.a.v.) O’na izin verdi ve telbiye getirerek Mekke’ye giren ilk Müslüman oldu. O’nun Müslüman olmasına ve bu şekilde Mekke’ye girişine öfkelenen Kureyşliler O’nu öldürmek istedilerse de ticari münasebetlerden dolayı Yemâme’ye muhtaç durumda bulunmaları sebebiyle serbest bıraktılar. Sümâme de onlara: “Ben artık dinlerin en hayırlısına Muhammed’in dinine uydum, bundan sonra o izin verinceye kadar Yemâme’den size bir buğday tanesi bile gelmeyecek, haberiniz olsun” şeklinde onları tehdit ederek memleketine döndü. Sümâme’nin Mekke’ye hububat ve yiyecek sevkine engel olmasından olumsuz şekilde etkilenen Mekkeliler Hz. Peygamber’e mektup yazarak Mekke’de açlık ve sefaletin hüküm sürdüğünü ve Sümâme’yi bundan vazgeçirmesini istediler. Hz. Peygamber Sümâme’ye haber gönderip Mekke’ye erzak ve temel ihtiyaç maddelerinin yeniden sevkiyatını sağladı.(10)
Binlercesi arasından seçilen bu misaller Hz. Peygamber’in merhametini, nezaketini göstermeye yeter örneklerdir. Bunlardan ders çıkarmalıyız.
Kaynakça
- Âl-i İmrân (3), 159.
- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 2, 5.
- EbûDâvûd, “Diyât”, 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 28.
- Nesâî, “Kasâme”, 23.
- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 411, 418, 422, 424.
- Buhârî, “Büyû‘”, 47.
- Buhârî, “Salât”, 72, “Cenâiz”, 5, 55, 66; Müslim, “Cenâiz”, 71; EbûDâvûd, “Cenâiz”, 34, 57; Nesâî, “Cenâiz”, 43, 76; İbnMâce, “Cenâiz”, 31, 32.
- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 484; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr(nşr. Hamdi es-Selefî), Musul 1404/1983, VII, 97; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. Muhammed Abdülkadir Ata), Mekke 1414/1994, VIII, 14; Heysemî, Mecma‘z-zevâid, Beyrut 1412, V, 304, 471; VIII, 359.
- EbûDâvûd, “Cihâd”, 44; Ahmed b. Hanbel, I, 204, 205.
- Buhârî, “Salât”, 76, 82, “Husûmât”, 7, 8, “Megâzî”, 70; Müslim, “Cihâd”, 59-60; EbûDâvûd, “Cihâd”, 114; Nesâî, “Mesâcid”, 20; Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr,IV, 182; a.mlf.,el-Mebsût, X, 25; İbnÂbidîn, III, 229; Asri Çubukcu, “Sümâme b. Üsâl”, DİA, XXXVIII, İstanbul 2010, s. 131-132.