Fıkıh

İbadetlerimiz İşlevsel Mi? – Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM

Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM

Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ögretim Üyesi

Hemen açalım başlığı. Yani ibadetlerimiz bize ahlaki bir tutum kazandırıyor mu?
İbadet, klasik tanıma göre kulun Yüce Yaratıcısına kulluk ve O’nun verdiği nimetlere bir şükür borcudur. Konuya basit tabirle bir veren-alan ilişkisi açısından bakıldığında bu doğru bir tanımdır ve çoğunlukla somut algı biçimine yatkın insan yapısı için böyle bir tanım gereklidir. Genelde fıkıh, özelde ilmihal kitaplarımız ibadetler ile ilgili şartları bu mantıktan hareket ederek belirlemişler, kurallarını dünyevi bir muamelede gerekli olan unsurlar şeklinde ortaya koymuşlardır. Bu arada ibadetlerin asli fonksiyonu olan “kişiye ahlaki değer kazandırma” özelliğinin gerçekleşmesi için fezâil kabilinden manevi değerler de ahlak kitaplarında yerini almış, böylece ibadetlerde şekil-mana dengesi sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat zamanla bu denge bozulmuş, iman-amel münasebetindeki ayırım amel-ahlak ilişkisine de yansımış, İslâm diniyle asla bağdaşmayan eylemler yapan, fakat “lâ ilahe illellah” diyen kişiler müslüman sayıldıkları gibi ibadetlerini muntazaman yerine getirip aynı zamanda pek çok şerri irtikap eden kişiler de dindar niteliğiyle anılabilir olmuşlardır. Bu da özellikle günümüz dünyasında müslüman algısı üzerinde çok kötü bir tesir bırakmakta, İslâm dini hakkında haksız ve insafsız eleştirilere sebep olabilmektedir.
Öncelikle ibadetleri, “Yaradana kulluk” ve “O’nun nimetlerine şükür” diye düşündüğümüzde bile amaç, ibadetler yoluyla kişiye ahlaki değer ve tutum kazandırmaktır. Zira ubudiyet ve şükrün temelinde Allah’ın razı olacağı bir hayat tarzı vardır. Fakat ibadetlerin eda tarzı ve bu eda ile ilgili somut düzenlemeler zamanla ibadetleri somut birer hukuki eyleme dönüştürmüş, Allah’a belli zamanlar da ödenmesi gereken bir borç haline gelmiştir. Oysa kulun O’na borçlanmasının veya şükretmesinin Allah açısından hiçbir önemi yoktur. O verdiği nimeti ibadetle ve şükürle ödetme ihtiyacından münezzehtir. O lutfuyla verir, karşılığını beklemez. Kulun ömrünü isyanla geçirmesi Allah’a hiçbir zarar veremeyeceği gibi ibadetle geçirmesi de O’na bir yarar sağlamaz. Allah’ın kullarına ibadeti emretmesi, o ibadetin kullarına güzel ahlak kazandırması amacına yöneliktir. O halde ibadetin birinci ve öncelikli amacının kişinin güzel ahlak sahibi olmasına katkı sağlamak olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
İbadetler Yüce ve aşkın bir varlığın kulundan yapılmasını istediği yükümlülüklerdir. Kul inandığı andan itibaren bu yükümlülüklerini de kabul etmiş demektir. Bu yönden bakıldığında Yaratıcı ile kul arasında bir ahid yapılmış sayılır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a verdikleri sözü (ahdi) ve yeminlerini basit bir dünya menfaatine değişenlerin ahirette hiçbir nasiplerinin olmayacağı, Allah’ın onların yüzlerine bile bakmayacağı ve onların acı bir azaba çarptırılacağı açıkça ifade edilmiş (Âl-i İmrân, 3/77) ahidlerini bozanlar ise fâsık olarak nitelenmiştir (Bakara, 2/27).
Soyut ve aşkın bir varlık olan Yüce Allah’ın kendisi için yapılan ibadeti kabul edip etmeyeceği bizim bilebileceğimiz, bu konuda kriter koyabileceğimiz bir mesele değildir. “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” ilkesi ve bizim asla niyet okuyamayacağımız gerçeği karşısında bu konuda söz söylemek görünürde abesle iştigalden başka bir şey değildir. Çünkü bu bâtıni bir iştir, bize düşen ise zahire göre hükmetmektir. Fakat işte tam bu noktada ibadetlerin ahlaki boyutunun dünyevi-zahiri niteliği bizim konumuzu oluşturmaktadır. Yoksa Allah’ın dilediğinin ibadetini kabul edip etmeyeceğini sorgulamak kimsenin haddi olamaz. Burada ısrarla vurgulamaya çalıştığımız husus, ibadetlerle amaçlanan ahlaki değerlerin kişilere kazandırılması için bu kişilere yaptığı ibadetlerin kabulü anlamında dini ve vicdani manevi müeyyideler koymaktır. Aslında bunu ibadetin edası ile ilgili olarak çok iddialı bir şekilde yapıyoruz. Söz gelimi namazda farzın-vacibin kasten veya sehven terk ya da tehir edilmesi, namazın cevazına mani olacak necasetin miktarı gibi pek çok detay, o namazın caiz olması konusunda kesin olarak belirtilmiştir. Mesela gusülde, “vücudumuzda iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak” hükmünü koyuyoruz ve bu hükmü yerine getirmeye çalışan mükellef bu konuda azami özeni gösteriyor, hatta mübalağa ederek obsesif-takıntılı durumlara dahi düşebiliyor. Aslına bakılırsa kişi cünüplükten arınmak amacıyla samimiyetle gusül yaptığında farkına varmadan bir miktar kuru yeri kalsa Allah onun guslünü kabul etmeyecek mi? Tabi ki edecek. Fakihlerin buradaki amacı, yaptığı eylemin Allah katındaki kabul olunup olunmama müeyyidesiyle mükellefe ciddiyet kazandırmaktır. Bütün ibadetlerin sahih olmasıyla ilgili konan şartların tamamını aynı mantıkla değerlendirebiliriz. Biz de yazımızda bu şartlara yine aynı gerekçelerle ahlaki değerlerin de eklenmesi gerektiğini açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü detaylarını Allah’ın belirlemediği ve Allah’a hiçbir katkısı olmayan ibadetlerin eda şekline bu kadar önem verirken, Allah’ın ve Resulünün açıkça olmasını istediği ahlaki değerleri o ibadetlerden bağımsız değerlendirmek en azından günümüz şartlarında ciddi bir eksikliktir.
Kur’ân’daki somut hukuki müeyyidesi olmayan bazı ahlaki değerleri zikretmek gerekirse, yalan söylememe, iftira atmama, gıybet ve yalancı şahitlik yapmama, hak çiğnememe, yetim malı yememe, fitne çıkarmama, kibirlenmeme, nankörlük etmeme, şükretme, anneye babaya iyilik etme, sıla-i rahim yapma, affetme, başkasını kendine tercih etme gibi pek çok kavramı sıralayabiliriz. Bütün bunlar genel ahlak ilkeleridir ibadetlerle doğrudan bağı kurulmamıştır. Fakat bu ilkelerin çiğnenmesini kişinin ibadetlerini de boşa çıkaracağı düşünülmelidir. Çünkü Hz. Peygamber’in hadislerinde konuyla ilgili daha somut ifadeler yer almaktadır.
“Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimsedir” (Müslim, İman, 65). “Münâfıkın alâmeti üçtür: Söz söylerken yalan söyler; va’d ettiği vakit sözünde durmaz; kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet eder” buyurdu. (Buhari, İman, 24) “Komşusu şerrinden emin olmayan kimse cennete giremez” (Müslim, İman, 73)
Bir adam Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Resûlü! Falan kadının nâfile olarak çok namaz kıldığından, çok sadaka verdiğinden, çok oruç tuttuğundan, ancak diliyle komşusuna eziyet ettiğinden söz ediliyor, ne buyurursunuz” diye soruldu. Efendimiz: “O cehennemde olacaktır.” buyurdu. Adam tekrar dedi ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Bir kadının da nâfile olarak az oruç tuttuğundan, az namaz kıldığından, az sadaka verdiğinden, sadece yağsız peynir (keş) gibi şeylerden tasadduk ettiğinden, ancak diliyle komşusunu rahatsız etmediğinden söz ediliyor, bunun hakkında ne dersiniz?” Peygamberimiz: “O da cennette olacaktır.” buyurdu. (İbn Hanbel, Müsned, II, 440)
Hz. Peygamber (as), bir (küme) zahire satan bir adamın yanından geçti de mübarek elini kümenin içine soktu. Baktı ki küme hilelidir (içi ıslaktır). Bunun üzerine Hz. Peygamber (as): “Hile eden, aldatan kimse, bizden değildir, buyurdu.” (İbn Mâce, Ticaret, 36)
Yaşantısı ve sözleriyle Kur’ân’ın ahlak ilkelerini hayata taşıyan Hz. Peygamber (as)’ın o ahlak ilkelerini çiğneyenler için kullandığı “münafık”, “cennete giremez”, “bizden değildir” gibi ağır ifadelere bakılırsa açıklamaya çalıştığımız husus daha da açıklık kazanmaktadır.
Hz. Peygamber (as)’ın, “Kıyamet günü kişinin yaptığı bütün şeklî ibadetlerin sövme, zina isnadında bulunma, haksız yere mal yeme ve haksız yere kan akıtma ve ona buna zarar verme gibi günahlar sonucunda yok olacağı ve sonunda Cehenneme atılacağını” anlatan müflis haidsi (Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 2) konuyu çok açık ortaya koymaktadır.
Namaz ibadetinin insana kazandıracağı en önemli ahlaki değerin hayâsızlıktan, cimrilikten ve çirkin işlerden uzak bir hayat tarzı oluşturmak olduğu Kur’ân’ın açık ifadesidir (Ankebût, 29/45). Buradaki “çirkin iş” ifadesi pek çok olumsuzluğu içine almaktadır. O halde “Allah’ın razı olmayacağı her türlü olumsuzluktan uzak olmak” namazın kabul şartları arasında yerini almalıdır.
Oruçla ilgili âyetin sonunda ittika, yani Allah’ın emir ve yasakları konusunda sorumlu, bilinçli ve duyarlı davranmamız istenmektedir (Bakara, 2/183). Takva neredeyse Kur’ân ahlakının tek kelimelik özet kavramıdır. Bu durumda orucun kabulü için böyle bir şart kaçınılmaz olmaktadır. Şu hadisler konunun önemini çok güzel ortaya koymaktadır:
“Nice oruçlu vardır ki; orucundan kendisine aç kalmaktan başka bir şey yoktur. Ve gece namazına nice kalkan vardır ki kalkışından kendisine uykusuzluktan başka hiç bir şey hâsıl olmaz” (İbn Mâce, Sıyâm, 21).
“Bir kimse yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa, o kimsenin yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Tirmizi, Savm, 16)
“Oruç, oruçlu onu gıybetle zedelemedikçe onun için bir kalkandır!” (Darimi, Savm, 27)
Ebû’l-Eş’as es-San’anî, Hz. Peygamber’in, hacamat yapan ve yaptıran kişilerin gıybet ettikleri gördüğünü ve bu sebeple onların oruçlarının bozulduğunu söylediğini nakletmiştir. (Tahâvî, Şerhu Meani’l-Âsar, II, 99.)
Kanaatimizce orucu bozan şeylere “gıybet etmek” maddesini eklemek, diğer bir ifadeyle gıybet etmemeyi orucun kabul şartı olarak görmek, toplumsal bir hastalık olan ve ölü eti yemek kadar çirkin görülen gıybetin azalmasına büyük katkı sağlayacaktır.
Zekâtın salt ibadet olup olmadığı konusunda İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şafiiler onu bir vergi kabul ederken Hanefiler zekâtın ibadet yönünü öncelemişleridir. Bir de sadaka vardır ki o da ibadettir. Allah zekât ve sadakayı bir arınma vasıtası olarak nitelemiştir (Tevbe, 9/103). Bu durumda zekât ve sadaka ibadetinin kabulü için, enaniyetten, büyüklük taslamaktan, başa kakmaktan uzak durmak gibi şartlar koymanın, bu ibadeti yapan açısından büyük yarar sağlayacağını söyleyebiliriz.
Hac ibadeti esnasında cinsel dürtüleri, kötü duyguları ve öfkeyi kontrol etme güç ve bilincinin oluşturulması önem arz eder. (Bakara, 2/197) Ayrıca hac bir mahşer provasıdır ve pek çok şeyin muhasebesinin yapıldığı, aciz bir kul olarak geçici dünya nimetlerine aldanmamayı, Allah’tan dünya ve ahiret saadetini dileyecek bir dua duygusuna ulaşmayı (Bakara, 2/201) öğreten ve daha pek çok manevi güzelliğe vesile olan bir ibadettir. Dolayısıyla hac ibadetinin kabul şartlarıyla ilgili olarak da bu güzelliklerin gerçekleşmesine dair bazı şartların konulması mümkündür. Özellikle günümüzde “Hacı” sıfatı üzerinde oluşturulan olumsuz imajın kaldırılmasının bir yolu da budur.
Kurban ibadeti ile ilgili olarak “Allah kurbanların etlerinin ulaşmayacağı, fakat bu ibadeti yerine getirenlerin takvasının, yani sorumluluk bilincinin Allah katında değer ifade ettiğini bildiren âyet (Hac, 22/37) de konumuz açısından ilgi çekicidir. İkinci kişi ve kuruluşlar tarafından işin istismarı bir yana kurban ibadetini eda edenlerin soğutucu ve derin dondurucularda aylarca kurban eti saklayıp bu ibadeti bir kişisel gıdalanma vesilesi yapmalarına dinen söylenecek bir şeyler olmalıdır. Medine civarındaki ihtiyaç sahibi göçmenler sebebiyle Hz. Peygamberin kurban etlerini kavurup saklamayı yasaklaması, bu durum ortadan kalkınca serbest bırakması hatırlanacak olursa, kurban vesilesiyle nasıl bir sosyal bilinç oluşturulmak istendiği daha iyi anlaşılmış olur. O halde kurban ibadeti konusunda da bu bilinç doğrultusunda bir kısım kabul şartları konmalıdır.
Sonuç olarak ibadetlerin işlevsel olabilmesi için bütün ibadetlerle ilgili edasına ve kabulüne dair olmak üzere iki tür şart koşulması gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla ahlaki tutum kazanmak; ibadetlerin kabul şartı olarak belirlenmeli ve yeni yazılacak ilmihallerde ya da din dersi kitaplarında yeni nesillere bu anlayış doğrultusunda bir din anlatılmalıdır. Bu yaklaşımın ibadet-ahlak ilişkisine olumlu katkıları olacağını düşünüyoruz.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

fourteen + six =

*

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün