Makaleler

Küreselleşen Dünyada Dinî Kimlikler ve Mezhepler-Prof. Dr. Sıddık KORKMAZ

KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DİNÎ KİMLİKLER VE MEZHEPLER
RELIGIOUS IDENTITIES AND SECTS IN A GLOBALIZING WORLD

Prof. Dr. Sıddık KORKMAZ*

ÖZET

Din olgusu insanlığın tarihi kadar eskidir ve insanlığın geleceği kadar da uzun ömürlü olacaktır. Çünkü bu realiteden uzak bir medeniyet ya da bir toplum, yeryüzünde neredeyse hiç yoktur. Çoğumuz kendi kimliğimizi dinimiz üzerinde inşa etmekte ve hayatımıza bu çerçevenin sınırları içinde yön vermekteyiz. Birey açısından bu böyle olduğu gibi, bilhassa İslâm toplumları açısından da durum farklı değildir.
İslâm dünyasında mezhepler-üstü din anlayışı desteklenmeli ve dinî kimliklerin olumsuz yönleri törpülenmeli ve ısrarla demokrasi kültürü geliştirilmelidir. Dünyaya dâru’l-İslâm veya dâru’l-harp gözüyle değil de artık dâru’l-insan gözüyle bakmanın yolları aranmalıdır. Çalışmamızda, küreselleşen dünyada dinî kimliklerin yerinin ne olduğu ve ne olması gerektiği ele alınacak, mezheplerin bu süreç içindeki yeri incelenecek ve mezhepler-üstü din anlayışının önemi üzerinde durulacaktır. Küreselleşmenin etkisi ile kaçınılmaz duruma gelmiş olan çok kültürlülüğün, çok-dinliliğin ve farklı etnik yapıların egemen olduğu toplumlarda İslâm kültürünün yeniden ihya ve inşa edilmesine yönelik öneri ve örnekler verilecektir.

Anahtar Kavramlar: Din, Mezhep, Kimlik, Kültür, Medeniyet, Demokrasi

ABSTRACT

The phenomenon of religion is as old as the history of humankind and will endure as long as the future of humankind, for there is no civilization on earth that is away from this reality. Most of us build our own identity on our religion and lead our life within the borders of this frame. As this applies to an individual, this is also true in societal terms.
A supra-sectarian understanding of religion should be promoted in the Muslim world and the negative aspects of religious identities should be removed. In addition, the culture of democracy should be insistently developed. The ways of looking at the World as the land of the human being (dâru’l-insan) should be sought, instead of looking at the world with the eye of the land of Islam (dâru’l-İslâm) versus the land of war (dâru’l-harp).

This paper is intended to address what the position of religious identities is and should be, examining the place of the sects in this process, and focusing on the importance of a supra-sectarian understanding of religion. Some suggestions and examples shall be presented as regards the revival and reconstruction of Islamic culture in society where multi-cultural, multi-religious and multi-ethnic structures have come to prevail as a result of globalization.

Key Words: religion, sect, identity, culture, civilization, democracy


* Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi e-posta: skorkmaztr@gmail.com.

Giriş

Günümüzde dünyanın evrensel bir köy haline geldiği, kabul edip etmememize bakmaksızın kendini bir gerçeklik olarak dayatmış durumdadır. Böyle bir zaman diliminde artık küresel sorunları görmezden gelmenin herhangi bir anlamı yoktur ve bu tavrı benimseyen toplumların uzun vadede hayatta kalma şansı da pek görünmemektedir. Başta dinî kimlikleri olmak üzere, kültür, gelenek, dil ve benzeri alanlar üzerinden şekillenen ilişki biçimleri ciddi tehdit altındadır. İnsanlara küresel düşünüp yerel davranmak tavsiye ediliyor olsa da küresel düşünüldüğünde yerelliği, yerel düşünüldüğünde de küreselliği kaybetme gerçekliği ortaya çıkmaktadır. İkisinin ortasında bir yol bulmak zorlaşmakta ve kimlik krizlerine sebep olmaktadır.

Küreselleşme kabul veya ret edilecek bir akide veya bir düşünce değildir. Küreselleşme güncel bir durum, reel bir olgu ve içinde yaşadığımız çevreyi oluşturan gerçekliktir. İletişim, taşımacılık, ulaşım, haberleşme veya internetin yaygınlık kazanması sebebiyle iç içe olduğumuz bir dünyada yaşamaktayız. Eskiden Ermeniler ve Rumlar üzerinden tarihi bir gerçekliğimiz olan farklı dine mensup Bir Hıristiyan, Yahudi veya Budist’in komşumuz olma ihtimali artık günümüzde kendiliğinden gerçekleşen durum olmuştur. Bilhassa medya, televizyon, sinema gibi etkenler aracılığıyla bu gerçeklik evlerimizin içine dahi girmiş durumdadır. Düşünsel olarak, dinî veya millî gerekçelerle her ne kadar bu gerçekliğe zaman zaman tepki gösteriyor olsak da fiilî olarak zaten kanıksamış ve kabullenmiş olduğumuzu galiba yeniden keşfetmemiz gerekmektedir.

Gayr-i Müslim diye tanımlanan kültürlerin büyük bir kısmının küresel gerçeklikle uyum konusunda pek bir problemi görünmemektedir. Sorunun parçası olanlar genellikle Müslümanlardır ve yeryüzünün sorunlu bölgelerinin çoğunluğunu İslâm dinine mensup olanlar teşkil etmektedir. Müslümanların din ve kültür ilişkisi konusundaki düşüncelerini, küreselleşme gerçekliğinden yola çıkarak, yeniden ele almaları gerekmektedir. Dinin özünü inancın oluşturduğu ve kültürün inanç içinde yer almadığını fark etmek, işlerini kolaylaştıracaktır. Din genellikle inanç ibadet ve ahlak olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede kültür, ibadet ve ahlak kategorisine denk düşmektedir. İbadetlerin temelini mekâsıdu’ş-şerîa, ahlakın esasını da ihsan veya empati eksenine oturmuş iyi insan olma teorisi oluşturmaktadır denilebilir. Müslüman âlim ve aydınların teorilerini geliştirirken bu ilkeleri rehber edinmeleri ve bu çerçevede geliştirilmiş bir dil kullanmaları daha gerçekçi olacaktır.

Bütün genişliği ile birlikte yeryüzünün tamamında ortaya çıkan problemler çoğunlukla din ile ilişkilendirilmektedir. Bu türden tespitlerin gerçekliği elbette söz konusudur. Ancak ortaya çıkan problemlere din âlim veya aydınlarından cevap beklemek ne kadar doğrudur? Din eğitim ve öğretimi süreci boyunca dil (Arapça) yorum (tefsir-hadis) ve telkin (vaaz ve irşat) tahsili ile vakit harcamış bir insanın; gen teknolojisi, klonlama, stratejik derinlik, borsa, makro ve mikro ekonomi veya küresel ısınma gibi problemlerle, özel bir ilgisi ya da çalışması yok ise, sadra şifa öneriler ileri sürmesi ne kadar mümkün olur? Üstelik o insanın aldığı eğitim sonucu Şîa veya Sufî teorilerde olduğu gibi, insanlığından çıkıp lahutî başka bir varlığa dönüşme imkân ve ihtimali de yoktur. O halde küresel sorunlarımız her ne kadar din ile ilişkili olsa da aradığımız cevaplar, dinî metinlerden çok, onları yorumlayan veya ortaya koyan insanda olacaktır.

Yüz yüze olduğumuz sorunların çözümüne katkı olmasını umduğumuz çalışmamızda, küreselleşen dünyada dinî kimliklerin yerinin ne olduğu ve ne olması gerektiği ele alınacak, mezheplerin bu süreç içindeki yeri incelenecek ve mezhepler-üstü din anlayışının önemi üzerinde durulacaktır. Küreselleşmenin etkisi ile kaçınılmaz duruma gelmiş olan çok kültürlülüğün, çok-dinliliğin ve farklı etnik yapıların egemen olduğu toplumlarda İslâm kültürünün yeniden ihya ve inşa edilmesine yönelik öneri ve örnekler verilecektir.

1. İslâm Tasavvurları

Din olgusu insanlığın tarihi kadar eskidir ve insanlığın geleceği kadar da uzun ömürlü olacaktır. Çünkü bu realiteden uzak bir medeniyet ya da bir toplum, yeryüzünde neredeyse hiç yoktur. Ateizmin kendisini yine din üzerinden tanımladığı bir tür karşı dinlilik olarak tanımlamak mümkündür. Çoğumuz kendi kimliğimizi dinimiz üzerinde inşa etmekte ve hayatımıza bu çerçevenin sınırları içinde yön vermekteyiz. Birey açısından bu böyle olduğu gibi, bilhassa İslâm toplumları açısından da durum farklı değildir. İran, Suriye, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi ülkeler bu gerçeğin akla gelen ilk örnekleridir. Din’in tek tip insan türü inşa ettiği iddiası gerçekçi değildir. Mesela sadece Hac ve Umre yaparken insanlar birbirine benzemekte ama aynı mekânda (Mekke-Medine) dinî görevleri bittikten sonra hızla başkalaşmaktadırlar. Başta millî kimlikleri olmak üzere kültürel farklılıkları hızla kendini hissettirmekte, din anlayışlarına kendi varlıklarından neler kattıklarını orta yere sermektedir.

Müslümanlar açısından İslâm’dan başka bir dinin hak ve gerçek olduğu iddiası kabul edilebilir değildir. Çünkü Allah katında tek din İslâm’dır. Ancak sosyolojik olarak Müslümanlar katında birçok İslâm vardır ve herkes kendi dinini Allah katındaki din olarak kabul eder (Her hizip kendinde olanla övünür. Rûm, 30/32). Bu durum İslâm ve İslâm anlayışlarının doğal olarak birbirinden farklı olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. İslâm anlayışları hem gelenekte hem de günümüzde mezhep olarak isimlendirilmektedir. Başka bir ifade ile din (İslâm), Allah katında olana, mezhep de (mezhepler) kul katında olana tekabül etmektedir. Müslümanların kendilerini değil de kendi düşüncelerini Allah katında olana denk veya yakın düşürme görevi ortaya çıkmaktadır (Evkuran, 2013b: 123). Bu kutlu çabayı /hakkı sadece kendilerine değil, kendileri gibi olan öteki Müslümanlara / başkalarına da tanımaları beklenir.

Her dinde farklı mezheplerin bulunması nasıl bir sosyolojik gerçeklik ise İslâm tarihinde farklı mezheplerin bulunması da aynı şekilde bir vakıadır. Mezhepler veya onların ortaya koyduğu farklı İslâm tasavvurları yadırganacak bir husus değildir. Günümüzdeki bir ucu Çin’den başlayıp, diğer ucu Atlas Okyanus’u sahillerine, öte yandan bir ucu Sibirya’dan başlayış diğer ucu Endonezya-Malezya sınırlarına ulaşan Müslüman toplumlarını tek bir mezhep veya kültür içinde toplamak mümkün değildir (Hassan, 2010: 208). Ancak bu Müslümanları, kendileri gibi olmayan kültürlere ve kişilere karşı müsamahalı hale getirmek imkân dâhilindedir. İslâm dininin tabiatı buna uygundur ve hatta teklif ettiği küresel yapı bu çerçevededir. Böyle olmasının en büyük kanıtı Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın herkesin iman etmesinin mümkün olmadığını beyan etmesi veya insanlardan bir kısmının inkar edeceğini haber vermesidir. Buna ilaveten melekler gibi bir kavmin yaratılmayıp, bir kısmının inkar ve bir kısmının da iman ettiği insan neslinin yaratıldığını haber veren âyetler hatırlanabilir.
Sahip olduğumuz İslâm kültür ve geleneğinin yeniden yorumlanarak evrensel hale getirilmesi açısından şu rahatlıkla söylenebilir: İslâmî olan insanî olandır. İnsanî olan da İslâmî olandır. Bu denklemin bozulduğu yerde bir sorun vardır. Bu sorun bilgi vasıtası ile giderilebilir veya giderilmelidir. Dinî kimliklerin yerinin ne olduğu ve ne olması gerektiği sorusuna dönüldüğünde, bu kimliklerin geçmişte nasıl inşa edilmiş ise, günümüzde de yeniden inşa edebileceği cevabına varılabilir.

2. Kimlik ve Mezhep

İnsanlar dinlerini mezhepleri üzerinden yaşarlar ve bu süreçte bir kimlik oluştururlar. Mezhep bu kimliğin sosyal veya tanımlanmış adı olmaktadır. İslâm’ın yayıldığı coğrafyalarda var olan eski kimliklerin birçoğu İslâm adı altında temsil edilir olmuştur. Siyasetle ilgili olarak cahiliye döneminin aşirete dayalı yönetim geleneği, Hulefâ-i Râşidîn döneminde yeniden gün yüzüne çıkmış ve toplumun belirgin vasfı haline gelmiştir. Muâviye ile Ebû Zer arasında geçen “mâlullah” veya “mâlu’l-müslimîn” tartışması Suriye bölgesinde yaygın ve oturmuş olan eski Roma / Bizans ekonomi yönetim anlayışı ile kavga ve ganimet anlayışına dayalı eski çöl / bâdiye kültürünün çatışması olarak algılanabilir. Emevîler ile Hâricîler arasında uzun yıllar devam eden savaşlar itaatsizlik kültürü ile devlet veya toplu yaşama kültürünün uzantısı olarak düşünülebilir.
Şehirlerin kültürel kimlikleri din anlayışlarını doğrudan etkilemiştir. İslâm öncesi dönemde putlar üzerinden tanrı fikrini malzeme edinerek, istismar ve çıkar üzerinden ticari geçim elde eden Mekke putperestleri ile Yahudi, Hıristiyan ve diğer müşriklerin bir arada yaşadığı, farklı din ve kültürlere müsamaha ile bakabilen, akrabalık, yani insanın var olma hakkını gözeten Medine kültürünün Hz. Peygamber’e olan tavırları farklı olmuştur. Basra, Kûfe ve Semerkand gibi farklı kültür ve eğitim geleneğinin var olduğu şehirlerde Mutezile, Eşarilik ve Maturidîlik gibi bilgiye dayalı yönleri ağır basan mezhepler gelişirken, Harura, Nehrevan, Necd ve Afrika gibi bölgelerde eylem ve taklide dayalı Harcîlik, Vehhâbîlik veya tasavvufî akımlar yayılmışlardır. Yahudilik, Hıristiyanlık, putperestlik ve İslâm’ın egemen olduğu güney doğu Akdeniz bölgesinde Nusayrilik gibi bir mezhep oluşurken, aynı şekilde Zerdüştlük, Maniheizm, Sabiîlik, putperestlik ve İslâm gibi dinlerin yayıldığı bölge olan Kuzey Irak coğrafyasında Yezidilik gibi anlayışlar ortaya çıkabilmiştir.

Hint-Asya kültürünün egemen rengini dünyayı önemsememek olarak tanımlamak mümkündür. Bu kültür çevresinde Nakşîlik, Kadirîlik, Çiştîlik, Yesevîlik gibi önemli tarikat ve tasavvuf akımlarının yetişmiş olması yadırganacak bir durum değildir. Aynı şekilde dünyayı eskiden beri önemsemeyen Afrika kültüründe tasavvufun önemli bir yere sahip olduğu veya bu kültürün egemen olduğu diğer bölgelerde tasavvuf kültürüne yakın öğeler taşıyan Hıristiyanlığın –emperyalizm kanalıyla olsa da– yaygınlaşması şaşırtıcı değildir.

Kimliklerin din anlayışları üzerinden oluşturulması sosyal çatışmaların ve kavgaların da sebebi olabilmektedir (Pamuk, 2014: 201). Uzun süre devam eden Hindularla Müslümanların veya Sihlerle diğer din mensuplarının, Katoliklerle Ortodoksların savaşları din adı altında yapılan kimlik oluşturulması veya oluşturulan kimliğin sürdürülebilmesi kavgasıdır. Bu çatışmaların her birinin sosyal ve siyasî zeminleri bulunmaktadır.

Günümüz İslâm coğrafyasında, dinî kimliklerin oluşumu daha bir kırılgan ve daha bir kaygan zeminin üzerinde durmaktadır. Osmanlı’nın bakiyesi olan Ortadoğu coğrafyasında mezhepler dinî kimlikleri belirlemekte ve insanların hakikatle veya reel hayatla ilişkilerini zaman zaman da olumsuz yönde etkilemektedir. Osmanlı’dan sonraki dönemde gerek bölgenin âlimleri veya aydınları gerekse, kitleler kültürel olarak ortaçağdan kopmuş değildir. Hayat biryandan hızla akıp giderken bu bölgenin insanları ısrarla geçmişte yaşamanın faziletine inanmakla kendilerini teskin etmektedirler. Bu realitenin arkasında modernleşmenin dinsizlik gibi sunulmasının katkısı büyüktür. Modernleşme bir ilke olmaktan ziyade bir olgu iken, bu realitenin görülmesi bir yana, var olan gerçekliği dışlayıcı tezler geliştirilmiş ve bu tezleri benimseyen otoriteler iktidarlara getirilmiştir. Gerçeklikle ilişkileri olmadığı için bu otoriteler, doğal olarak totaliter olmayı benimsemişler ve halklarına zulmeden idarelere dönüşmüşlerdir. Batı veya batının emperyal ilkelerini benimseyen büyük güçler de, doğal olarak ve kendi çıkarlarını korumak adına bu idareleri desteklemişlerdir. Sonuçta orta doğunun yeraltı veya yer üstü zenginlik ve kaynakları egemen güçlerin olurken, orta doğunun kahraman ve yürekli (!?) mezhep mensuplarına şehitlikleri ile övünmek veya onların arkasında kalanlara, “önden gidenleri” için ağıtlar yakmak, mersiyeler düzmek veya şiirler söylemek kalmıştır.

Mezhepler beşerî oluşumlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de herhangi bir mezhebin faziletinden veya önceliğinden söz edilmez. İslâm’ın temel ilkeleri ve insan aklının kullanılmasının önemi anlatılır. Küresel ölçekte bir anlayış ve kültürü hedefleyen aydın veya âlimlerin mezhepler üstü din anlayışını kavramaları toplumun temel ilkelerinin bu anlayış ile kuşatıcı olabileceğini kabullenmeleri gerekmektedir. Çok dinli ve çok kültürlü bir dünyada mezheplerin din olarak telakki edilmemesi Müslümanların kendi aralarında oluşturacağı birlikteliği kolaylaştıracaktır.

3. Kimlik ve Siyaset

Siyaset dini kullanır ve kendi çıkarlarına uygun kimlikler yaratmaya çalışır. Ulü’l-Emr’e itaat anlayışı bunun en tipik örneklerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerîm bu anlayışı öngörmektedir ancak onun teorisini köle-efendi ilişkisi gibi algılamak İslâmî değildir. Hz. Peygamber’in ashâbı ile ilişkisi veya Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki uygulamaların çoğu köle-efendi uygulaması olarak tanımlanamaz. İslâm sürekli adaletin tesisini öngörmektedir. Selef-i Salihîn dönemindeki uygulamalar kişinin ahlâkına endeksli örneklerdir. Siyaseti bir kural ya da kuruma bağlamadan kişinin ahlâkına terk etmek, kediye ciğer emanet etmek gibi bir şeydir. Bu bağlamda Aristo’ya izafe edilen “ahlaklı siyasetçi mi yoksa hukuku düzgün bir sistem mi” siçiminde, mecburen hukuk ve ilkeleri düzgün bir siyasetten yana tavır koymak gerekmektedir.

Tabiatı itibariyle siyaset bir arada yaşama sanatı olmak zorundadır. Müslümanlar bu ihtiyacın alt yapısını geliştirmek durumundadırlar. Azınlığın çoğunluğa tahakkümü ve çoğunluğun azınlığa tahakkümü anlayışı, İslâmi olarak tanımlanamaz. Hak ve hukuk üzerinden bir siyaset geliştirilmeyip, politik veya dinî kimlikler üzerinden yönetim biçimi şekillendirildiğinde, ortaya çıkan siyaset zulmün aracı haline gelecektir. İnsanların hayatını ihya etmesi gereken siyaset bu noktadan itibaren rezalete dönüşecektir (Sen, 2010: 36).

Diğer birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi, Arap baharı adı altında başlayan hareketler ve bilhassa günümüzde bütün çirkinliği ile devam eden Suriye olayları artık İslâm coğrafyasında yer alan eski düzenlerin yürümeyeceğinin göstergesidir. Mezhepler eksi ile olan olumsuz bağlantıları tahrik etmekte ve mezhepçilik anlayışını tetiklemektedir. Mezhepçilik insanları bilgi ve kültüre kapalı hale getirmekte, onları körleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Din insanların hayatını güzelleştirmek için gelmiş bir kurum iken, kültürel, etnik veya mezhebî kimlikler sebebiyle var oluş sebebini gerçekleştiremez hale gelmektedir. Sorunları yaratan insan olduğuna göre çözümleri bulması gereken de insan olmalıdır. Sıkıntıların üzerine çeşitli kimlikler giydirmenin, hakikati bulmaya herhangi bir katkısı yoktur (Volkan, 2009: 238). Dinlemek ve anlamak yerine tartışmayı seçmek ve yanlışları kabullenmemek doğru bir tutum değildir.

Günümüz İslâm coğrafyasının çoğu, bilhassa Orta Doğu’da devlet ve siyasî kurumlar bulunmamaktadır. Bunun yerine aile, aşiret, kabile yapıları veya diktatör rejimleri yer almaktadır. Bu sebeple siyasî veya sosyal sorunlar din kılıfı altında sunulmakta ve din bu otoritelerin meşruiyet kaynağı olarak kullanılmaktadır. Din üzerinden oluşturulan kimlikler bu siyasi çatışmalardan beslenmektedir. Gerek itikadî ve gerekse fıkhî farklılıklar üzerinden çatışmalar yaşanmaz iken dinî görünümlü siyasî çekişmeler sürüp gitmekte ve kavgalara neden olmaktadır. Suriye’de Esed rejimini destekleyenlerin çoğunluğunu Nusayrî, Hristiyan veya Dürzî gibi azınlıklardan oluşmaktadır. Bu resim demokrasinin talep veya gelişmesine engel olmakta ve toplumu kavgaya yönlendirmektedir. Oluşturulan dinî kimlikler insanca yaşamanın engeli haline gelmektedir.

Mezhepler üzerinden oluşturulan kimlikler, siyasî sorunların çözülmesine engel olmaktadır. Suriye içinde yaşanan sorunların çözülmesi yakın vadede zor görünürken karşın, İran ve Suudi Arabistan arasındaki problemler veya Mısır’ın girdiği yeni sürecin temelinde var olan laikler ve İhvan veya Selefîler arasındaki çekişmeler de kolay kolay çözülecek gibi görünmemektedir. Tarih boyunca Sünnî-Şiî ihtilaflarını gidermeye yönelik ortaya konulan çalışmaların tamamı sonuçsuz kalmıştır. Bununla birlikte Selefîler Şiîleri gayr-i Müslim görürken, Şiîlerin içinden de Sünnîlere iyi gözle bakmayan kesimler sürekli var olagelmiştir. Bölgede huzur ve istikrara kavuşabilmek için dinî kimliklerin geriye çekilmesi, bunun yerine insan haklarına dayalı devlet, toplum, kurum ve hukukun egemen olduğu yapılar geliştirilmelidir.

Küreselleşmenin egemen olduğu günümüz dünyasında İslâm kültürünün evrensel ölçekte inşası için eski mirasımızın yeniden okunması gerekmektedir. Tarih şuuru ve eğitim geleneği öncelikle ele alınması gereken hususlardandır. Kadın erkek demeden bütün bireylerin eğitilmesi son derece önemlidir. Adalet temelinde siyaset üretebilmek için demokrasi kültürü içselleştirilmelidir (Evkuran, 2008a: 54). Bireyin hak ve hukukuna saygı ve birey bilinci öncelikli alanlardandır. Din anlayışının, mezhebî kimlikler veya bu kimliklerin tasallutundan kurtarılması gerekmektedir.

Sonuç

Günümüzde bilim ve kültürü inşa eden beyinler özgürlüğü yaşam tarzı haline getirmiş kimselerden oluşmaktadır. İslâm’ın bir din olan yönü bir de kültür olan yönü bulunmaktadır. Bir insanın birçok kimliği olduğu gibi bir dinin birçok mezhebi yani yorumu da bulunabilir. Bir dinin yorumu onun aslının anlaşılmasının önüne geçmemelidir. Toplumlar dinlerini mezhepler veya kültür düzeyinde yaşayabilir. Her insandan aynı seviyede bilgi ve beceriye sahip olmasını beklemek mümkün değildir. Her toplumun bilgi ve kültürde öncüleri olduğu gibi Müslümanların da âlimleri, aydınları, arifleri, yani öncüleri vardır. Bu öncülerin küreselleşme gerçeğinden yola çıkarak, göz önünde bulundurmaları gereken hususlar bulunmaktadır: İslâm dünyasında mezhepler-üstü din anlayışı desteklenmeli, dinî kimliklerin olumsuz yönleri törpülenmeli ve ısrarla demokrasi kültürü geliştirilmelidir. Dünyaya dâru’l-İslâm veya dâru’l-harp gözüyle değil de artık dâru’l-insan gözüyle bakılmalıdır. Tebliğ ve cihadın bu gerçeklik içinde nasıl yapılabileceğinin yolları aranmalıdır. Dünya sadece Müslümanların mülkü değildir. Mezhep mensuplarının İslâm’ı sadece kendi algıları olarak benimsemeleri maalesef ortalığı kasıp kavurmaktadır. İslâm’ın başından beri Müslümanlar, Müslüman olmayan kimselerle bir arada yaşamışlardır. Günümüzde de yaşamalarına herhangi bir engel yoktur. Temel sorun Müslümanların kendi iç problemlerini çözmemeleri veya çözememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sorunların ortadan kaldırılması yine bizzat Müslümanların eliyle olacaktır. Bilgiyle gidilmeyen yolun sonu er ya da geç karanlık olmaktadır. İslâm kendisini aydınlık ve nur olarak tanımlamaktadır.

Kaynakça
Evkuran, M. (2008). Siyasal Kültür ve Kimlik Sorunu, Yarım Elma Yayınları, Ankara.
Evkuran, M. (2013). Ahlâk Hakikat ve Kimlik –İslam Kelâmında Ahlâk Problemi–, Araştırma Yayınları, Ankara.
Hassan, R. (2010). Müslüman Zihinler, (Çev.) Çenebaşı, E. Doğan Kitap, İstanbul.
Pamuk, A. (2014). Kimlik ve Tarih, Kimliğin İnşasında Tarihin Kullanımı, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul.
Sen, A. (2010). Kimlik ve Şiddet, (Çev.) Kardam, A., Optimist Yayınları, İstanbul.
Volkan, V. D. (2009). Kimlik Adına Öldürmek, Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme, İstanbul.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

5 × 3 =

*

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün