İslam Mezhepleri TarihiMakaleler

Hanif İslâmı – İlyas BOZKURT

M. İlyas BOZKURT
İLSAM Onursal Başkanı

Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Hakîm’de “Ey Yahya! Kitab’a var gücünle sarıl!” (dedik) ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik…” (1) “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (2) buyurmaktadır.

Milli şairimiz Mehmet Âkif’in de ifade ettiği gibi, “Doğrudan Kur’ân’dan alarak ilhâmı, asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.” (3) Bu ifade doğrudur. Ancak bunu anlayabilmemiz için önce şu tarihi hakikati bilmemiz gerekir.

Tarihi süreç içerisinde yeryüzünde üç tip İslâm anlayışı oluşmuştur:

Bunlardan bir tanesi “GELENEKSEL İSLÂM’DIR”.

Geleneksel İslâm; sahabeden sonra tabiin, tabiinden sonra tebe-i tabiin ve ondan sonra etbe-i tabiin ve arkasından giden sırayla her nesilde İslâm âlimlerinin görüşlerinden ve buradan icma denilen mekânizmayla her asırda gelen âlimlerin görüşlerinden, onların şerhlerinden, yorumlarından oluşan yâni tavşanın suyunun suyu diyebileceğimiz bir şekilde bize ulaşan ve bu ulaşım esnasında değişik tarihî süreçlerden geçen, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, iyi niyetli ya da kötü niyetli olarak, dinin içinde olmadığı halde dindenmiş gibi gözüken bir çok prensibin, gelenek, görenek, adet, töre ve bir kısım felsefi akımların tesirleriyle bazı görüş ve bazı yanlış tecrübelerin İslâm dini içerisine girmesi ve girdiği coğrafyanın geleneksel yapısıyla da doğru orantılı olarak İslâm dininin Müslümanlar arasındaki yaşanış tarzını şekillendirmesi ile oluşmuştur.

Ve nihayet bin dört yüz yıl sonra din uygulamada tahrif ola ola çok değişmiş, İslâm’ın özünden, aslından, gerçek İslâm’dan çok uzaklaşmış ve İslâm ile hiç alakası olmayan, hatta İslâm’a tam zıt, İslâm’ın haram kıldığı, yasak kıldığı şeyler de dindenmiş gibi kabul edilir hale gelmiştir. Yâni yaşanan din zamanla tahrif olmuştur.

Mesela kabirlere mum yakmak, ağaçlara çaput bağlamak, ölülerden medet ummak, büyücü, muskacı hocaları takip etmek, hastalıkların şifasını doktorda, tıpta, bilimde, yâni sünnetullahta aramak gerekirken değişik yerlerde aramak ve benzeri bir çok görüş, batıl inanç ve yanlış fikir İslâm dinine girmiştir.

Mesela “iki akçe bir avuçta bulunmaz”; “bir günlük yiyeceği bulunduğu halde ikinci günü düşünen, bizden değildir”; “bir hırka, bir lokma kâfidir”; “dünyada mutlu olan, ahirette mutlu olamaz”; “iki mutluluk bir arada olmaz, o yüzden ahirette mutlu olmak isteyen müslüman dünyada mutsuz olmalıdır”; “müslüman dünyaya eğlenmeye, zengin olmaya, yaşamaya değil, eziyet çekmeye gelmiştir” tarzı, İslâmla hiçbir alakası olmayan batıl görüşler ve bunun gibi binlerce hurafe ve yanlış inanış İslâm’ın özündenmiş gibi idrak edilmiş ve geleneksel İslâm’ın içerisinde, bırakın fikir olarak kalmayı, müesseseleşmiş ve maalesef, Âlem-i İslâm’ın bilime, fenne, teknolojiye, kültüre, sanata, spora, ticarete ve dünyevi her türlü gelişmeye karşı zayıf kalmasına sebebiyet vermiştir.

Dolayısıyla bilim önden gitmiş, o işin doğruluğunu adeta ispat etmiş, Müslümanlar o doğruyu kabul etmek zorunda kalmışlar, sonra da geleneksel İslâm kabul etmek zorunda kaldığı gerçeklere fetva uydurmakla peşinden gelebilmiştir. Bu da İslâm âleminin devamlı geri kalmasına sebebiyet vermiştir.

Geleneksel İslâm’ın bu handikabından kurtulmak için, şayet geleneksel İslâmcıların uyguladığı metod uygulanırsa; yüzlerce, binlerce hükmün tek tek ele alınması, İslâm’a uygun olup olmadığının yeniden denetlenmesi, bunlar düzeltildikten sonra topluma dönülmesi ve toplumda milyonlarca insanın, bunların yanlış olduğuna, doğrusunun diğeri olduğuna ikna edilmesi gerekmektedir ki; bu, tabir-i caizse, bataklıkta sinek avlamaktan bin beter bir iştir. Ve belki de Müslümanların yeniden toparlanma sürecinin üç-beş yüzyıldan önce tamamlanmasını mümkün kılmayacak bir metoddur.

Bu geleneksel İslâm’ın, batıl; İslâm’la, Kur’ân’la, akılla, fenle, bilimle hiç uyuşmayan, hatta zaman zaman kesişen ve çelişen inanç ve fikirleri İslâm dininden gibi zannedilmiş ve İslâm dininin de bilim karşısında çöktüğü, yâni hak din olmadığı kanaatinin uyanmasına ve ateizmin ve dinsizliğin Avrupa’dan sonra İslâm âleminde de hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır. Yâni, geleneksel İslâm gerçek İslâm’ın en büyük sorunu haline gelmiştir. (4/Hâşiye)

Bunlardan ikincisi “MODERN İSLÂM’DIR”.

Geleneksel İslâm’ın devamına karşı olan ve on sekizinci yüzyıldan itibaren felsefenin, bilimin, teknolojinin, pozitivist düşüncenin gelişmesine paralel olarak ondokuzuncu yüzyılda İslâm âlemi içerisinde modernist İslâm akımı doğmuştur.
Modern İslâmcılar, bilimin, fennin, felsefenin ve modernist düşüncenin gelişmesiyle paralel olarak gelişmiş; fakat diğerinin gittiği ifrata tepki gösterirken, kendisi tefrite yuvarlanmış ve metot olarak, “biz sadece Kur’ân’ı kendimize ölçü olarak alırız, hadisleri kesinlikle kabul etmeyiz, hiçbir ölçü olarak da almayız” gibi saçma sapan fikirlerin arkasına sığınarak, Kur’ân’ı önlerine koymuşlar, Kur’ân’ı açıklayıcı hiçbir kaynağa müracaat etmeden, Kur’ân-ı Kerim’i direkt okudukları gibi, anlamaya ve yorumlamaya başlamışlar. (5/Hâşiye)

Aslında bu hastalığın kaynağı İslâmın ilk yüzyılında kurulan mutezile mezhebine dayanır. Bu mezheb Abbasi Devleti’nin ilk yüzyılına damgasını vurmuş ve hükmünü 849 yılına kadar devam ettirmiştir. Daha sonra bin yıl kadar bir süre pasivize olan bu görüş sanayi inkilabının şoku ile birlikte İslâm dünyasının gündemine “Modern İslâm” adıyla yeniden gelmiştir.

Üçüncüsü ise, “ASR-I SAADET İSLÂMI’DIR (HANİF İSLÂMI)”.

Cenâb-ı Allah Kur’ân’da “Yüzünü Allah’ın fıtratı olan Hanif dinine çevir ki; Allah insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratma metodu değişmez. İşte bu kayyum (6/ Hâşiye) olan (zaman, zemin, şahsa göre değişmeyen) dindir. Ancak gelgelelim ki insanların çoğu bunu bilmezler.” (7) buyurmuştur.

Hanif İslâm, Müslümanların uyması, takip etmesi gereken en ideal metottur.

Hanif İslâm şudur ki;

Evvela; Kur’ân, İslâmın temel kaynağıdır. Kur’ân’ı anlayabilmemiz için Kur’ân’ı açıklayıcı kaynaklara ihtiyacımız vardır. Bunlardan ilki, yine Kur’ân-ı Kerim’in içerisindeki açıklayıcı ayetlerdir.

İkincisi, Kur’ân-ı Kerim’i açıklayan Peygamber Efendimiz’in (sav) sahih sünnet-i seniyyesidir ki; Kur’ân’ın içindeki söz ve prensipleri hem sözle açıklamış ve izah etmiştir, hem de kendisi yaşayarak ve uygulayarak bizzat bize örnek olmuştur. Dolayısıyla sahih hadisler ikinci kaynağımızdır.

Üçüncü kaynağımız, Kur’ân-ı Kerim’de “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (8) “Umulur ki tefekkür edersiniz!” (9) “Allah, akıllarını kullanmayanları pisliğe gömer.” (10) gibi ayetlerde yüzlerce defa tekrar edilen akıl, mantık ve bilimdir.

Evvela; akıl, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu temel mantık prensipleri ile çalışır. Temel mantık prensipleri, hem kâinatta hem de Kur’ân’da geçerlidir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın içerisindeki ayetler de aynı kâinattaki mantık kuralı ile yazılmış ve uygulanmış olduğu için, Kur’ân’ı anlarken bu mantığı çok iyi bilmek ve bu mantığa uygun bir şekilde vahyi anlamak, Kur’ân’dan mantığa aykırı şekilde yorum ve mana çıkartmamak önemlidir.

İmam–ı Âzam mantık ve kıyasın önemini belirtirken şöyle beyan etmiştir:
“Meselelerin karşılıklı müzakeresinden faydalanmak isteyen kimse bir şeyi anlamadığı zaman kıyas yapılmasını ister. Bil ki akıl ve kıyas hakkı bulmak isteyenin aradığı hak ve hakikati ortaya çıkarır. Kıyas (mantık yürütme) hak sahibinin iddia ettiği hakikate ulaşmasında adil şahitler gibidir.” (11)

Saniyen; bilimsel gerçekler yâni fizik, kimya, biyoloji veya psikoloji, sosyoloji, hukuk ve tarih gibi bilimler Kur’ân’ı açıklayıcı kaynaklardır.

Hanif İslâmı’nda ise, Kur’an’ın usul ayetleri esas alınarak ve konuyla ilgili sahih sünnetlere başvurularak direk Kur’an ve sünnetten asrın bütün meseleleri yeniden içtihat edilebilir. Bu içtihatlar yeni olduğundan ve çağın insanının aklına, mantığına ve çağın ilcaatına uygun olduğundan, bu içtihadların hemen hemen tamamına yakını toplum tarafından kabul görür.
Bu böyle yapıldığı zaman görülecektir ki; çok karmaşık, cevabı yok zannettiğimiz binlerce mesele kendiliğinden, Kur’ân ve sahih sünnete dayanan içtihadî formüllerle çözülecektir.

Bu açıdan biz Kur’ân-ı Kerim ayetlerini iki gruba ayırıyoruz. Birisi manada muhkem ayetlerdir ki, biz bunlara usulat diyoruz. Bunlar zaman, zemin ve şahsa göre değişmeyen; her asırda, her tabaka insana hitap eden ayetler olup, kıyamete kadar hükmünü devam ettirecektir. Bu ayetler Kur’ân’ın anası, omurgası ve beynidir. Geriye kalan ayetler ise, muhkem ayetlerin açıklama ve izahlarıdır.

Cenâb-ı Allah Kur’ân’da “Elif Lâm Râ. Bu Kur’ân; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi, herşeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem kılınmış, sonra da ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır.” (12) buyurmaktadır.

Bu ayetler (füru ayetler), Kur’ân’ın indiği dönemdeki, Peygamber Efendimiz (sav) ve etrafındaki insanlara hitap eder. Bu ayetler örnek ayetlerdir. Usul ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmak için nazil olmuşlardır.

“İşte Allah (cc) ayetlerini size böyle açıklar” ve benzeri tarzda birçok ayet bunun delilidir. Bunu bir örnekle izah edecek olursak:

Kur’ân’ın usul ayetlerini matematikteki formüllere benzetebiliriz. Muallim önce formülleri yazar ve izah eder. Ancak sınıftaki öğrencilerin çoğu bunu anlayamaz. Anlayan da çabuk unutur, akılda kalmaz. Sonra bu formülle birkaç problem çözer. Bu çözümlerden sonra sınıf formüllerin ne anlama geldiğini hakkıyla kavramış olur.

İşte Kur’ân, usul ayetleri ile kıyamete kadar devam edecek, her zaman ve zeminde her tabaka insana hitap edecek ve insanlığın elinde hidayet rehberi olacak, hayatın her merhalesinde insana yol gösterecek temel prensipleri ve formülleri verir.

Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk “Allah’ın Resulü (sav) size tertemiz sayfalardan oluşan bir kitap okuyor. O kitap ki; içerisinde kayyum (zaman, zemin ve şahsa göre değişmeyen) usuller içerir.” (13) buyurmuştur.

Bu prensip ve formüller dediğimiz usul ayetleri tabii olarak ağır bir mantık örgüsüne, hassas bir bakış açısına ve yüksek bir ilme dayandığından herkes onu anlayamaz. Anlayanların bir kısmı da yanlış anlar. Doğru anlayanın da hafızasında kalmaz. Ancak bu usul ve prensipler birkaç misalle te’yid edildiği taktirde, her tabaka insan bunu anlar hale gelir.

Dolayısıyla önce Kur’ân’daki usul ayetlerinin tespiti yapılmalı; daha sonra o usul ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiğinin pratiği bin dört yüz sene önceki asr-ı saadete giderek yapılmalıdır. Pratiği yapılıp, nasıl anlaşılması gerektiği izah edilip doğrulatıldıktan sonra, o usuller ve metotlar bu zamana tekrar taşınmalı ve bu zamanda verilecek olan her türlü fetva ve içtihat Kur’ân’ın usul ayetlerine dayandırılarak verilmelidir.

Yoksa Kur’an’ın usul ayetlerini dikkate almadan, sadece Kur’ân’ın açıklayıcı ayetlerine (füru ayetlere) ya da sadece hadise ya da yalın bir mantığa dayalı yorumlar eksik ya da yanlış ya da ikmal olmamış görüşlere sebebiyet verecektir.
Dolayısıyla ya geleneksel İslâm’ın, ya da modernist İslâm’ın düştüğü hataya düşülecektir. Bu ikisine düşmemek için asr-ı saadet İslâmı’nı benimsemek gerekir.

Elhâsıl:

Şu zamanda her türlü fitne ve fesadın, anarşi ve kargaşanın, sapkınlık ve su-i ahlakın bertaraf edilmesi ve her türlü hayrın celb edilmesi ancak Kur’ân’ın mantığı ve ruhu ile mümkün olacaktır.

Kur’an’ın mantığı ve ruhu içtihatlara yansıdıkça zamanın bütün soru ve sorunlarının içtihat mekanizması yoluyla kendiliğinden düzeldiğini göreceğiz.

Aksi takdirde İslam dünyası değirmen taşı etrafında dönercesine aynı sorunların etrafında dönüp duracak ve gelişen zamana ve bu zamanı şekillendiren medeniyetlere karşı çaresizlik içerisinde kıvranacaktır.

Evet, İslâm medeniyetini yeniden canlandırmak, çağın önüne geçirmek ve bir kere daha “altın çağı” yaşayabilmek; Kur’ân’ın mantığını, ruhunu ve metodunu esas alan Hanîf İslâmını çok iyi kavramakla mümkündür.

Dipnotlar:
1) Meryem Sûresi 19/12
2) Bakara Sûresi 2/269
3) M.Âkif ERSOY, Safahât.
4) Hâşiye: Geleneksel İslâm’ın çeşitleri ve birbirlerine göre farkları 3. Mukaddim’nin 3. Sorusunda müstakil bir soru halinde işlendiğinden burada teferruata inilmemiştir.
5) Hâşiye: Hatta bu güruhtan bazıları Kur’ân’ın ölçülerine göre kendi hayatlarını şekillendirmek yerine hayat tarzlarına göre Kur’ân’ı bir kalıba sokmaya çalışmışlardır.
6) Hâşiye: Kayyum din: Hz. Âdem’den beri bütün peygamberlere gönderilen dinlerin değişmeyen özüdür.
7) Rûm Sûresi 30 /30
8) Bakara Sûresi 2/44
9) Bakara Sûresi 2/219
10) Yûnus Sûresi 10 /100
11) İmam-ı A’zâm; el-âlim ve’l-müteallim; s:15; Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı yayınları; 1992; Çeviren: Doç. Dr. Mustafa Öz.
12) Hûd Sûresi 11/1
13) Beyyine Sûresi 98/2-3

İlgili Makaleler

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün