Felsefe ve Din Bilimleri

Din ve Çağdaşlık – Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU

Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU

16. Diyanet İşleri Başkanı

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi KURAMER Müdürü

Kutlu Doğum haftası denildiğinde, Hz. Peygamberi anmak, daha da önemlisi O’nu anlamak, O’nun temsil ettiği aşkın değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale yapabilmek çabası akla gelir. Kur’an-ı Kerim’in evrensel mesajı, Hz. Peygamberin örnek şahsiyeti ve ahlakı bu değerler bütününün temel öğeleridir. Hz. Peygamberi örnek almak demek tarihe gitmek ve gömülmek değil, O büyük şahsiyeti tanımak ve sevmek, O’nun insanlığın huzur ve mutluluğu için yaptığı çağrıyı güncelleştirerek hayatımıza yansıtmak, O’nun ahlakını ve çizgisini davranışlarımızın mihveri ve rehberi yapabilmek demektir.

Bir ölçüde tarihteki kutlama faaliyetlerinin canlandırılması, günümüzle Hz. Peygamber dönemi, Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle bir köprü kurulması, geçmişle geleceğin bütünleştirilmesi şeklinde de anlatılabilecek Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle dinî ve kültürel hayatımızda meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir. İlk yıllardan itibaren toplumun bütün kesimleri tarafından coşku ile kutlanan Kutlu Doğum Haftası, artık ülkemizin beklenen bir kültür faaliyeti, güzel bir geleneği oldu.

Geçim telaşı, gelecek kaygısı, bencillik, mevki ve gücün sanal mutluluğu ya da yoksulluğun yol açtığı umutsuzluk gibi farklı yönlerden hayatımıza giren bir dizi olumsuzluklar karşısında O rahmet peygamberinin mesajına, O’nu tanımanın ve sevmenin sağlayacağı güven ortamına hep ihtiyacımız oldu ve olmakta.

Peygamber Efendimiz bizler için Kur’an’ın adeta yaşayan bir örneğidir. Kur’an bizleri O’nu örnek almaya çağırır. Bizler O’nun sünneti etrafında toparlanıp bilinç ve kimlik kazandık. O hiç kimseyi ayıplamadı, kötülüğe karşılık vermedi ve nefsi için intikam almadı. Af ve hoşgörü sahibi idi. Etrafındakileri hiç incitmedi. Kendisinden talepte bulunanı geri çevirmedi. O’nun hayatında ve öğütlerinde bireysel ve toplumsal hayatımızı aydınlatacak güçlü bir ışık vardır.

O rahmet ve sevgi peygamberiydi. Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek ve merhamet etmek O’nun sünnetidir. Nitekim Kâinatın Efendisi “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsınız.” buyurarak imanı toplumsal barışın temel taşı yaptı. Kendisinden düşmanlarına karşı beddua isteminde bulunanlara O’nun verdiği cevap, kendisinin bunlar için değil rahmet ve merhamet peygamberi olarak gönderildiği şeklinde olmuştur. Öz bir ifadeyle O, insanı insan yapan erdemlerin, değerlerin odaklandığı bir şahsiyetti. İnsanlık, artık iyi ile doğruyu, güzel ile çirkini O’nun penceresinden bakarak daha berrak görme şansına sahip oldu.

Hz. Peygamberi örnek almak deyince O’nu taklit etmeyi ve sünneti belirli şekillere hapsetmeyi değil O’nu tanımayı ve sevmeyi, getirdiği mesajın özünü kavramayı ve aktüelleştirmeyi, O’ndan davranışlarımıza yön verecek ilkeleri ve amaçları çıkarabilmeyi anlıyoruz. O’nun sünnetinin etkinlik ve dinamizm kazanabilmesi için, tarih bilincinin de devrede olduğu bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Yaklaşık iki asırdır Batı ve onun etkisinde kalan kültürlerde dinin sonunun yaklaştığı ve modernite karşısında varlığını sürdüremeyeceği tezi hâkim oldu. Genelde ideolojik bir yönelim arzeden bu teze göre, modernleşme ile birlikte hem toplumsal hem de bireysel bilinç düzeyinde din gerileyecek ve zamanla yer küreden tamamen silinecekti. Hatta bunun için tarih öngörüsünde bulunanlar bile oldu. Kimisi 19. yüzyılın, kimisi de 20. yüzyılın sonunu dinin ölüm tarihi ilan etti. Bu öngörü sahipleri bilimin ilerlemesi, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, şehirleşme ve rasyonelleşmenin artmasıyla birlikte dinin kaybedenler hanesinde yer alacağını savundular.

Kısacası, onlara göre din ve bir adı da çağdaşlık olan modernite birbiriyle çelişen iki ayrı dünyanın olgularıydı. Birinin varlığı diğerinin yokluğu anlamına gelmekteydi. Din ve Çağdaşlık bir arada bulunması hoş karşılanmayan iki kavramdı. Pozitivist ve materyalist düşünce akımlarının tesirinde kalan ve kendilerini entelektüel kategorisine yerleştirenler Din ve Çağdaşlık kavramlarının yan yana bulunmasına dahi tahammül gösteremediler; dini çağdaşlığın bir düşmanı olarak algıladılar ve sundular. Bunun karşısında belki de bu sunuma bir reaksiyon olarak din hanesinden de aynı şekilde düşünüp Çağdaşlığı dinin karşıtı olarak görenler oldu. Tabii bu durum yıllarca sürecek bir çatışma ortamı doğurdu. Batı’da çok keskin bir şekilde yaşanan ve kilise ile bilim dünyasının arasını kalın çizgilerle ayıran bu ortam maalesef İslam dünyasına da taşındı. Popüler dinî kültürün gelenek adı altında var olan üretimleri bilim ve rasyonellik adına hor görüldü. Müslüman toplumların sosyo-kültürel yapılarını yansıtan çeşitli refleks ve karakteristikleri İslam’a mâl edildi. Böylece İslam modernin, çağdaşlığın ve değişimin karşıtı ya da en azından engelleyicisi olarak görüldü.

Bunun karşılığında Müslüman dünya sosyo-kültürel yapısı gereği kendi kültür dokusuna dayalı bir formül geliştirerek kendi modernliğini üretemedi. Dolayısıyla, modernliği hep ithal etmek zorunda kaldı ve bu da gerek tarihsel süreçte müşahede ettiğimiz, gerekse bugün bizzat yaşadığımız çeşitli problemlere yol açtı. İslam dünyası yıllarca modernite karşısında tamamen dışlayıcı bir tavır takındı. Moderniteye direndi ve başarısız oldu. Ancak sonunda modernite ile barıştı. Belki boyun eğdi. Oysa başlangıçta moderniteyi tamamıyla reddetmek yerine onu şekillendirici bir tavır takınsaydı, bugün çok daha güçlü bir konumda olurdu.

Fakat artık memnuniyetle ifade edebiliriz ki, bugün İslam dünyasının bir kısmı, özellikle de ülkemiz fizik dünyamızın gerçekliği ile maneviyat dünyamızın ihtiyaç ve derinliğini birleştirdi; aslında probleminin moderniteyle değil, ideolojik veya pozitivist modernizmle olduğunu fark etti. Dolayısıyla bugün artık Müslümanlar belki ideolojik anlam içeren “çağdaşlaşma” ve “çağdaşlaştırma” kavramına karşı çıkabilirler, ama “çağdaşlık” kavramına karşı çıkamazlar. Çünkü “çağdaşlık” kendimizi içinde bulduğumuz ve din adına kayıtsız kalamayacağımız bir olgudur.

Gerek İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve Sünnet, gerekse sahih dinî gelenek, statikliği savunmak bir tarafa, çağdaşlığın en temel iki öncü kavramı olan değişim ve dinamizmi teşvik eden bir duruş sergilemektedir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim insanı dinamizme çağırmakta ve bugün “insan hakları”nın en temel unsurlarından sayılan “tercih hakkını” insana tevdi etmekte, hatta bir haktan öte onu insanın boynuna bir borç olarak asmaktadır. Hz. İbrahim’i “putlara tapan babalarının yolu”ndan ayıran, ona rasyonel bir yolculuktan sonra “tevhid” durağını buldurtan işte bu hakkın veya “irade”nin kullanılmasıdır. Ahiret öğretisini, cennet vaadini veya cehennem tehdidini anlamlı kılan şey de zaten insana irade gücünün tevdi edilmesi değil midir?

“Din”, “değişim”, “çağdaşlık” veya “modernlik” üzerine yapılan en önemli hata “modern olanın belirli bir zaman ve coğrafya ile sınırlı olduğunu zannetmekten kaynaklanmaktadır. Oysa çağdaşlık veya modernlik, mesela sadece Batı Avrupa’da veya Kuzey Amerika’da olup bitenle özdeş görülemez. Böyle bir özdeşleştirme peşinde olanlar özellikle dindar bir görüntü sergileyen dünyanın diğer bölgelerini hem zaman hem de yaşadıkları sosyolojik evre bağlamında “geri” olarak görmektedirler. Oysa Londra gibi İstanbul da, Paris gibi Tokyo da, Washington gibi Pekin de pekâlâ kendi modernitesini, kendi çağdaşlığını üretebilir. Yukarıda değindiğimiz tarihsel süreçten kaynaklanan olumsuz nedenlerden dolayı belki bugün hala bu üretimin din ile çelişeceği endişesi zihinlere takılabilir. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, İslam dünyası artık bu üretimin eşiğinde olduğunun farkındadır ve özellikle Türkiye bunun için gerekli birikime ve irade gücüne sahiptir.

Dinin tarih boyunca en önemli toplumsal belirleyici olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu gerçek çağdaş dünya için de geçerliliğini korumaktadır. Bugün, insan potansiyelini geliştirme adına ortaya çıkan psikoterapi yöntemlerinden, ekolojik sorunlara ve uyuşturucu ile mücadeleye varıncaya kadar belki de tüm dünya toplumları, dinin müdahalesine, katkısına, daha açıkçası “kutsal”a ihtiyaç duymaktadır. Ve İslam çağdaşlık adına bu katkıyı sağlayabilecek, çağdaş dünya için yeni dinî formlar üretebilecek en dinamik dindir.

Kutlu doğum haftasında Peygamber Efendimizin dünyaya teşriflerini anarken, O’nun üstün şahsiyetini ve güzel ahlakını tanımaya, getirdiği evrensel mesajı anlamaya ve bütün bunları özünde barındırdığı dinamizmi içinde çağımıza taşımaya olan ihtiyacımızı bir kez daha fark ediyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

15 − six =

*

Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün